İlerleme, karşısında direnecek güç olmadığı için genç imparatorluğun fetihlerle topraklarını büyütmesi midir? İlerlemeyi toprak kazanımı-kaybına indirgemek meseleyi izah etmediği gibi basitleştirir.
Gerileme ya da geri kalmışlık kavramlarını neye göre kime göre belirleyeceğiz? İslam dünyasının zirveden düşüşünün genelde dışarıdan Moğol istilası ve Haçlı Seferleri içerden ise Batıni “kalkışma”nın üst üste geldiği kriz dönemiyle başladığına inanılır, gerçeklik payı da yok değildir. Ancak Cemil Aydın’ın, geçtiğimiz aylarda yayınladığı, kendisiyle İslam Dünyası Fikri kitabıyla ilgili yaptığım söyleşide de belirttiği gibi o dönemde böyle bir tasavvur ya da kavram olmadığı için İslam dünyasının düşüşü ya da gerilemesinden söz edilemediği gibi Arapların gerilemesi ya da düşüşünden de söz edilemez. Belki Arapça konuşan devlet ya da imparatorlukların inhitatı ya da inkırazından bahsedilebilir.
Yer yer Aydın hocanın da işaret ettiği gibi aslında Avrupalı aydın ve siyasetçilerin belki de Amerika kıtasını da içine alacak şekilde bütünlüklü bir Batı tasavvuru, tersinden bir etkiyle İslam dünyası diye bir kavramın ortaya çıkışına yol açmış olmalı. Öyle ya, Batı varsa Doğu da olmalıdır, Hıristiyan dünyası varsa İslam dünyası gibi bir kavramın mevcudiyetine inanılmalıdır. Batı yükselişteyse bunun mefhumu muhalifinden Doğu gerileme ya da çöküş içerisinde olduğu sonucu çıkar doğal olarak. Hıristiyan dünya “medeniyet bayrağı”nın sahibi haline gelmiş ve bu alandaki mülkiyetini tescillemişse, İslam dünyasının dekadansa maruz kalması gerekir. Hâlbuki ne homojen bir Batı ne de bütünlüklü bir İslam dünyası tasavvurundan söz edilebilir. Bunlar sürekli olarak karşıtını üreten, kurgusal retoriklerdir ve kabaca dile getirildiğinden güncel konuşmalarda ifade kolaylığı dışında bir karşılığı yoktur.
Cemil hocanın işaret ettiği ve oldukça önemli bir husus, şayet ortak bir mesele var da bu mesele etrafında bir araya gelme ve çözüm üretme kaygısı ağır basmıyorsa, müşterek bir duygudaşlık söz konusu değil de mevzu her halükarda fiziki bir birliktelikse o zaman başka kriterler devreye girebilir. Örneğin, İngiltere’nin İslam dünyasını avucunun içine aldığı ve sömürgeleştirdiği dönem kadar İslam Müslümanları birleştiren bir şey olmamıştır.
Netice itibarıyla gerileme ve bozulma ile geri kalmışlık arasında yakın bir bağ vardır. Osmanlı nasihatnamelerinde gerileme ve bozulma fikri, modern Cumhuriyet’in bir döneminde yerini “geri kalmışlık” düşüncesine bırakmıştır. Ancak her iki düşüncede de gözden geçirilmesi gereken asıl nokta gerilik, geri kalmışlık, gerileme vs. gibi kavramların Osmanlı’nın ve onun uzantısı olan Cumhuriyet’in bir türlü kapitalistleşememesi ya da istenilen ölçüde kapitalistleşerek modernliğin sığ sularına adım atamamasıyla yakından ilgili olduğunun es geçilmesidir.
Öte yandan Osmanlı’daki bozulma ve gerileme fikrinin modern Cumhuriyet’te nasıl geri kalmışlığa dönüştüğünü deşmek, bozulma söyleminin evrimini incelemek ilginç bulgularla karşılaşmamıza yol açabilir. Bozulma fikri, özünde geri dönüşü mümkün olan bir şeyi ifade ederken geri kalmışlık bir anlamda kapitalist merkez ülkelerinin çeperinde kaderine mahkûm bir durumu ihsas ettirir. Sözcük, fiil/eylem kipinde değil de bir sıfat ya da mastar olarak zikredildiği için bu değişmezlik durumu daha belirgindir.