İSLAM, ORTADOĞU VE BATI 2 TÜRKİYE’NİN SERÜVENİ

1948 yılında İsrail devletinin kuruluşu ilan edildi. Türkiye 1952’de NATO’ya katıldı. Türkiye Cumhuriyeti laik rejimiyle Yeni Dünya Sistemi’nin bir üyesi oldu.

İSLAM, ORTADOĞU VE BATI                   2 TÜRKİYE’NİN SERÜVENİ

Ali Akgün yazdı;

Sultan 2. Abdülhamid döneminde Hukuki reformlar gerçekleştirildi. Müslüman ile gayrimüslim davacılar arasında muhakeme yapabilmek amacıyla kurulmuş karma mahkemeler olan Nizamiye mahkemelerinin işleyişi düzenlendi. Ahmet Cevdet Paşa önderliğinde bir heyet tarafından, sivil kanunları ve sivil işleyişi kapsayan Mecelle hazırlandı.

 Ciddi bir gelişme de demiryollarında oldu. Türkiye’deki demiryolu ağı birkaç yüz milden birkaç bin mile çıktı. İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan ‘Orient ekspres’ ve Şam’ı Medine’ye bağlayan ‘Hicaz Demiryolu’ önem kazandı. Yeni iletişim aracı telgraf yaygınlaştırıldı. Telgraf operatörleri için bir okul açıldı. Galatasaray ve Darüşşafaka müfredatına telgrafçılık dersi dahil edildi.

Matbuat alanında da ciddi bir gelişme oldu. Abdülhamit tahta çıktığında İstanbul’da birkaç matbaa vardı. 1883 tarihli resmi Osmanlı yıllığına göre şehirde 54 matbaa vardı ve 1908’deki yıllıkta ise en az 99 matbaa yer alıyordu.[1] Matbaalardan gitgide daha çok sayıda çıkan gazete, dergi ve kitaplar Türk toplumuna okuma alışkanlığını benimsetiyorlardı.  Tabii yayınlara sıkı bir sansür tatbik ediliyordu.

Abdülhamit dönemi aslında bir restorasyon dönemidir. Sultan elindeki imkanlarla devleti korumaya çalışır. Ama öte yandan Batılılaşma da hızlanır. Yabancı sermaye ülkeyi işgal eder; Hıristiyan ve yabancı burjuvazi her geçen gün biraz daha zenginleşir. Yerli basına sansür uygulanmaktadır ama yabancı neşriyat serbestçe girmektedir. Avrupa destekli propaganda Abdülhamit’i devlet ve millet düşmanı ilan etmektedir. Jön Türk adını alan Abdülhamit karşıtı ihtilalciler Batı’dan himaye görmektedirler. Makedonya’da ihtilalci bir cemiyet kurulmuştur: İttihat ve Terakki (1889). Türk subay ve memurlarından teşekkül eden bu cemiyetin gayrimüslim üyeleri de vardı. Cemiyet farmason, bilhassa Yahudi farmasonlar tarafından destekleniyordu. Amacı padişahı bir anayasa ilanına zorlamaktı.[2]

1908 Temmuz’unda ihtilal meydana geldi. Abdülhamit 24 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’in tekrar yürürlüğe girdiğini ilan etti. 1875 Kanun-u Esasi’sine uygun olarak bir millet meclisi kuruldu. Yeni hükümet oluştu. 1909 Nisan’ında, İstanbul’da hükümete karşı gerçekleşen isyanları bahane eden Jön Türkler Selanik’te toplandılar. Askeri kuvvetleri payitahta yolladılar.İstanbul kuşatıldı ve aşağı yukarı tek kurşun atılmadan şehir ele geçirildi. Çünkü Abdülhamit herhangi bir direnişte bulunmayı reddetmişti. İttihat ve Terakki iktidarı kuruldu. Abdülhamit Selanik’e sürgüne gönderildi. Yeni sultan V. Mehmet oldu. İttihat ve Terakki’nin önde gelen iki adamından Talat sadrazam, Cavit de maliye nazırı oldu. İhtilalin akabinde Avusturya Bosna-Hersek’i ilhak etti. Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Girit Yunanistan’la birleştiğini duyurdu. Abdülhamit’in denge diplomasisinin terk edilmesi ve Balkan devletlerinin kendi aralarında Osmanlı devletine karşı birleşmeleri Avrupa Türkiye’sinin kaybedilmesine sebep olacaktır.

İkinci Meşrutiyet yönetimi ilkinden daha uzun sürdü; ancak o da düş kırıklığı ve başarısızlık ile nihayete erdi. Anayasanın yürürlükte kalmış olmasına ve seçimlerin yapılmasına karşın yönetim yozlaşarak Jön Türk liderlerinin bir tür askeri oligarşisine dönüştü. İttihatçıların iktidarı Osmanlı imparatorluğunun 1918 yılındaki yenilgisiyle sona ermiştir.

1908 ihtilali ve Jön Türk hareketi ile ilgili birçok şey söylenebilir. Jön Türk hareketinde vatansever Müslüman Türkler çoğunluktaydı. Ama ‘Yeni Dünya Sistemi’ Osmanlıyı ve Hilafeti ortadan kaldırmak istiyordu. Ortadoğu’da petrolün konumunun bilinmesinden sonra, sistem bölgedeki çıkarlarını azami ölçüde korumak için İslam ülkeleri üzerindeki hedeflerine ulaşmak istiyordu. Sömürgeciler açısından önemli bir engel Osmanlı hilafetiydi. Bu amaçla İttihat ve Terakki eylemleri destekleniyordu. İttihatçılar ise Abdülhamit’in Batı’nın üstünlüğüne ses çıkarmadan boyun eğdiğini düşünüyorlardı. Sultan’ı mazur göremiyorlardı; çünkü onlara göre Sultan’ın idari, iktisadi ve diplomatik hataları yüzünden devlet zayıf duruma düşmüştü. Yeni yönetim bu hatalara düşmeyecek, Osmanlı imparatorluğu eski gücüne tekrar kavuşacaktı. Ama netice tam aksi oldu. Enver, Talat ve Cemal Paşa önderliğindeki ittihatçıların izlediği politikalar Osmanlı imparatorluğunu hem içte hem dışta yıkıma götürdü.[3]

Bu dönemde canlı bir entelektüel ve kültürel hayatın olduğu ifade edilmiştir. Yabancı öğretiler aydınları ve toplumu etkilemeye devam etti. ‘Pozitivizm sosyolojisiyle Ahmet Rıza’ya İttihat ve Terakki fikrinin ilhamını veren August Comte’un etkisi ilk ortaya çıkan etki oldu ve Türkiye’deki sekülerizm yanlısı radikalizmin sonraki dönemlerde gösterdiği gelişmeyi derinden etkiledi. Emile Durkheim sosyolojisi içinde Ziya Gökalp Türk Milliyetçiliğinin ilk kuramsal formülünü inşa ettiği kavramsal çerçeveyi buldu.’[4]

1918 Temmuz’unda Vahdettin Osmanlı tahtına geçti. İttihatçılar yurt dışına kaçtı. 29 Ekim’de Mondros mütarekesi imzalandı. Ülke itilaf kuvvetlerince işgal edildi. Anadolu’da Milli Mücadele başladı. 23 Temmuz 1919’da Erzurum ve 4 Eylül 1919’da da Sivas kongreleri yapıldı. 12 Ocak 1920’de İstanbul’da Osmanlı Meclisi son kez toplandı. İki hafta sonra Mecliste, Erzurum ve Sivas bildirgelerine dayanılarak ve toprak bütünlüğü ve milli bağımsızlık gibi temel talepler dile getirilerek Misak-ı Milli kabul edildi.23 Nisan 1920’de temsilciler Büyük Millet Meclisi adıyla Ankara’da toplandılar. Ağustos 1922’de Dumlupınar zaferi ve 9 Eylül’de İzmir’in tekrar alınmasıyla işgalcilerin ülkeden kovulması ve Anadolu’nun yeniden fethi tamamlandı. Barış konferansı 20 Kasım 1922’de Lozan’da başladı. Antlaşma 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Bu durum Türk Milli Misakı tarafından öngörülen taleplerin önemli bir bölümünün uluslararası ölçekte tanınması anlamına geliyordu.

Ankara’da Büyük Millet Meclisinde daha 20 Ocak 1921’de ‘Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilmişti. Bu kanun ‘hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir; idare usulü halkın kaderini bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayalıdır,’ ilkesini beyan ederek başlıyordu. Ardından gelen maddelerde de ‘icra kudretine ve kanun yapma yetkisine sahip olan ve milletin yegane ve hakiki temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’ diyerek Ankara’daki Meclis’in konumu belirlenmekteydi.[5]

1 Kasım 1922’de Meclise bir teklif geldi. Buna göre saltanat ve hilafet birbirinden ayrılacak ve saltanat kaldırılacaktı. Bundan böyle artık padişah olmayacak, bir şehzade hilafet makamına geçecek, ancak yetkileri siyasi değil dini olacaktı. Teklif uzun, hararetli tartışmalara yol açtı. Atatürk şöyle söylemektedir:

‘Nihayet müşterek encümen reisinden söz aldım. Önümüzdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şunları söyledim: ‘Efendim, dedim, hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardı, bu tasallutlarını altı asır boyunca sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk milleti bu haddini aşanların haddini bildirerek, hakimiyet ve saltanatını kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Söz konusu olan millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız, meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi doğal görürse fikrimce uygun olur. Aksi takdirde yine hakikat kendi ifadesini bulacaktır, fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir…’[6]

1 Kasım 1922’de karar onaylandı. Saltanat ve hilafet ayrılarak saltanat kaldırıldı. Hilafet hukuk ve nüfuzundan tecrit edilip hükümsüz hale getirildi.Osmanlı devleti yıkıldı. Yeni bir rejim tesis edildi.

Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte ‘ulus devlet’ anlayışı çerçevesinde bir dizi reform yapılmıştır; hukuk, eğitim, yazı, dil alanında ve genel olarak yaşam biçiminde köklü değişiklikler gerçekleştirilmiştir.[7] Cumhuriyet inkılaplarıyla ulaşılmak istenen hedefin Batılı hayat tarzını benimsemiş bir toplum meydana getirmek olduğu açıktır. ‘Şeriat mahkemelerinin kaldırılmasının ardından 17 Şubat 1926’da kabul edilen Türk Medeni kanunu, laiklik ilkesinin tümüyle uygulamaya konulduğunun açık bir göstergesidir. Medeni kanunun, kanunları son dinsel temellerinden de koparıp laikleştirdiği söylenebilir.[8] 1928’de Anayasa’da yer alan ‘Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır’ ifadesi kaldırılır.

Batılı emperyalist güçler Ortadoğu’da bir Yahudi devleti kurmaya karar vermişlerdi. Osmanlı hilafeti bu konuda bir problem olarak görülüyordu. Problem ortadan kaldırıldı. İkinci Dünya Savaşının sonunda ‘Yeni Dünya Düzeni’nin merkezi Amerika oldu. Siyonist sermaye ABD’ye taşındı. 1948 yılında İsrail devletinin kuruluşu ilan edildi. Türkiye 1952’de NATO’ya katıldı. Türkiye Cumhuriyeti laik rejimiyle Yeni Dünya Sistemi’nin bir üyesi oldu.

İhvan hareketinin Mısır ve Suriye gibi ülkelerde geniş kitleler tarafından benimsenmesi ve 1947-48 Arap-İsrail savaşında İhvan üyelerinin oluşturdukları birliklerin elde ettiği başarı Yahudiler ve dostlarında bir endişe meydana getirdi. Bu andan itibaren İhvan hareketi ve temsil ettiği İslami dünya görüşü Amerika ve müttefiklerinin çıkarlarının önünde duran en kuvvetli set olarak görüldü. 1982’de Hama’da Suriye İhvanının kıyamı ve Filistin’de 1987’de İhvanın bir kolu tarafından kurulan Hamas’ın gösterdiği güçlü direniş de bu açıdan önemlidir.

Yeni Dünya Sistemi önce Sovyet Rusya’nın Mısır ve Suriye gibi (İhvanın etkili olduğu) ülkelerde etkin olmasını sağladı. Sovyetler Birliği ideoloji ihraç ediyordu. Laik Arap milliyetçiliğiyle harmanlanmış sosyalist ideoloji Müslüman kitlelerin afyonu oldu. FKÖ de bu şekilde yapılandırıldı.

Sistem Türkiye’de İhvan çizgisinde bir yapılanmaya izin vermemiştir. Türkiye’deki bütün teşkilat, dernek, vakıflar, İslami cemaatler dahil sistemin kontrolü altındadır; Türkiye’de 1980 ihtilalinden sonra faaliyetleri görülen ‘bölücü örgüt’ de bu minvaldedir. Özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde, Marksist-Leninist-Maocu bir çizgide ve‘din dışı’ bir anlayışla eylem yapan örgüt sistem ve onunla iş birliği yapan yerel güçler tarafından, bu bölgedeki Sünni toplumu İslam’dan uzaklaştırmak ve Sünni anlayışı zayıflatmak için kurulmuştur.

Sistem Türkiye, İran ve diğer İslam ülkelerindeki yerel güçlerle iş birliği yaparak, Irak, Suriye ve Mısır’daki Sünni toplumları zayıflatmak ve İhvanı yok etmek amacıyla manipülasyon ve operasyonlar yapmaktadır. Amerika’nın Irak’ı işgali de bu nedenle önemlidir; bölgede çıkarlarını koruyacak ve İsrail’in güvenliğini sağlayacak bir yapı kurmak isteyen Amerika Irak’ı Şiilere teslim etmiştir. Libya’da bir kaos oluşturulmuştur. Suriye’deki Sünni toplum da katliamlar ve sürgünlerle yok edilmiş ve neticede ülke yine Şiilere bırakılmıştır. 2013’te Mısır’da darbe yapılmış ve İhvan kitlesi katledilmiştir.

            Bugün Amerika ve müttefiklerinin zorunlu gördükleri hususlar şunlardır:

  1. Türkiye laik sistemi ve İran Şiiliği İslam ülkelerine ihraç etmeyi sürdürmelidir.
  2. Sünni-Şii kamplaşması sürdürülmelidir.
  3. İhvan hareketi bütünüyle yok edilmelidir.
  4. Sünni bir İslam devrimi engellenmelidir.

Müslümanlar ne yapmalıdırlar? Benna ve Kutub’un hareket fikirlerinden yola çıkarak şöyle ifade edilebilir: Tepeden inmeci metotlara rağbet etmemeli, ülkedeki mevcut rejimden herhangi bir talepte bulunmakla meşgul olmamalı ve İslam’ın ilk nesline benzer bir İslam topluluğu oluşturmak için çaba göstermelidirler. 

 


[1] Bernard Lewis, a. g. e., s.256

[2]Cemil Meriç, a. g. e., s.169

[3] Bernard Lewis, a. g. e., s. 307

[4] Bernard Lewis, a. g. e., s.313

[5] Bernard Lewis. g. e., s. 346

[6] Bernard Lewis, a. g. e., s.348

[7] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi yay., İstanbul 2018, s.521

[8] Alev Erkilet, Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Büyüyenay yay., İstanbul 2017, s.148