Tarih: 20.10.2021 01:26

İslam Dünyası Fikri - Küresel Bir Entelektüel Tarih Çalışması-Abdurrahman HİSAM

Facebook Twitter Linked-in

Abdurrahman Hisam’ın Al-Jezeera’da yayımlanan bu makalesini Hasan Kanat Türkçeye çevirdi.

Amerika’nın North Carolina Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Prof. Dr. Cemil Aydın, Nisan 2021’de öğrencisi Dr. Hasan Aksakal’ın çevirisiyle Alfa Yayınları’ndan yayınlanan ''İslam Dünyası Fikri: Küresel Bir Entelektüel Tarih Çalışması'' adlı kitabında bir tahayyül, bir fikir olarak “İslam dünyası” söyleminin cazibesini inceliyor ve bu yanıltıcı fikrin entelektüel kökenlerini araştırıyor. Okurlarına Benedict Anderson’ın “hayalî cemaatler” tanımını ve Edward Said’in “The Myth of the Clash of Civilisations” ( Medeniyetler Çatışması Miti)adlı konferansında dile getirdiği tezleri hatırlatan, ufuk açıcı bir metinle karşı karşıya olduğumuz muhakkak.Cemil Aydın kitabında İslam Dünyası söyleminin kavramsal ve tarihsel olarak, Kur'anın ümmet kavramına dayanmayan paradoksal bir kavram olduğunu ifade ediyor. Ümmet kavramı bir inananlar grubuna atıfta bulunur. İslam  dünyası söylemi; jeopolitik bir analiz birimidir ve gelenekleri, çıkarları ve siyasi deneyimleri müslüman olmayan küresel bir grubu ifade eder.

İslam dünyası bir kavram olarak; Hıristiyan Batı'nın karşısındadır ve onunla ebedi bir çatışma içindedir. Ayrıca Tarihsel sosyal ve kültürel bağlamlarından yoksun, katı, soyut bir İslam fikrine dayanan bir kavramdır. Sonuç olarak, bir inananlar grubunu değil, etnik bir grubu ifade eder ve sürekli olarak  yeniden imal edilen bir kavram çerçevesine sahiptir.

İslamcılar ve Batılılar "Batı" ve "İslam dünyası" hakkında konuşuyorlar, ancak Cemil Aydın bu ikiliği bir tür "kabilecilik" olarak görüyor, bunun tehlikeli bir sömürge propagandası olduğunu savunuyor ve argümanlarını asırlık eleştirel bir genetik anlatı aracılığıyla inşa ettiğini ifade ediyor. Aydın bu çalışmasında İslam dünyası fikrinin yeniliğini, nasıl şekillenip geliştiğini ve bu fikir üzerinden  hem İslami hem de Batılı güçlerin siyasi amaçlarla sömürmeye  yönelik sürekli çabalarını gözler önüne sermeye çalışıyor.

Aydın kitabında , İslam Dünyası söyleminin seküler bir kavram olduğunu bunun en önemli kanıtı olarak, bu söylemin  İslam aktivisleri ve reformcuları arasında tepkisellik bağlamında   retorik bir söylem olarak kullanıldığına işaret ediyor.

BİRLİK VE SOYUT İSLAM EFSANESİ

İslam  Dünyası  kavramı; kapsamlı bir siyasi birliği varsayar ve tamamen farklılaşmamış, İslami bir bütünü gerektirir. Ancak  tam tersine, 19. yüzyılın İslam toplumları önceki bin yıldaki seleflerinden daha az çeşitlilik arz etmiyordu, ancak reformist seçkinler toplumlarını bu şekilde (yani daha az çeşitli olarak) yeniden şekillendirmeyi umuyorlardı. Bu elitler, Müslümanları güçlendirecek bir birlik oluşturmak için İslam'ın dinamik doğasından gelen içerik ve ilkelerini bir sessizlik durumuna dönüştürmüştür. 19. yüzyılın reformist elitleri İslam'ı aydın ve hoşgörülü din konumuna getirmeyi amaçlamıştır. Böylece Müslümanlar etnik olarak batılı efendilerine eşit bir konuma getirildi. İslami hareketin ana özü olan bu soyut İslam kavramı 20. yüzyılın başında ortaya sunuldu. Özet olarak  bu durum İslam'ı coğrafi, kültürel ve tarihsel bağlamlarından ve faktörlerinden arındırarak  fosilleştirilmek , yani İslami inanç ve kanunlarının ezelî bir şekilde katı ve sabit kalması ve herhangi bir değişime  tanık olmaması anlamına gelmekteydi. Bu, ister sahabeler döneminde Arap Yarımadası'nda, isterse 700 yıl önce Endonezya'da ve bugün Amerika'da olsun, İslam'ın tek bir şey olmasını gerektirir.

Modern çağda tarihçiler tarafından yazılan İslam tarihi, tam ve kapsamlı bir İslam birliğini gerektirir. Ancak yedinci yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadar gerçek İslami siyasi deneyim, bir çoğulculuk, çatışma ve değişim hikayesi anlatır. Geç ortaya çıkan Batı medeniyet anlatısı ile birlikte İslam dünyası fikri daha sonra ortaya çıkacaktır. Öncesinde dünyanın çeşitli yerlerindeki Müslümanlar sadece din yoluyla değil  eğitim, ticaret, hac, siyaset ve akrabalık yoluyla, veya gayrimüslimlerle kolektif rekabet yoluyla temas halindeydiler. Siyasi sadakat ve Müslümanların kendileri hakkındaki algısı esas olarak küresel bir din veya  bloğa ait olmaktan kaynaklanmıyordu. İslami ve İslami olmayan topraklar arasında net bir ikili yoktu. Ortaçağ Hıristiyan Müslüman ilişkilerinde İslam ve Batı arasındaki modern ayrımın köklerini bulmak mümkün değildir. Sadece veraset ve Ümmet  kavramlarına dayalı bir İslami siyasal sistemin olmaması, İslam dini ve hukuki geleneklerinden kaynaklanan örf, adet, hüküm ve değerlerin imparatorluk ötesi paylaşımını ve aktarımını  engellememiştir. Ama en önemlisi, ortak dini bilgi ve uygulama hiçbir zaman Ümmet ötesi bir siyasi birlik anlamına gelmemiş veya varsayılmamıştır.Örneğin seyyah İbn Battuta da soyut ve evrensel bir İslam medeniyeti kavramı yoktu.

İslami kimliğe karşı ırk ayrımcılığı süreci, 1814-1878 yılları arasında başladı. Siyahi ve Asyalı kimliğe yönelik ırk ayrımcılığı ise  1920'ler ve 1980'ler arasında baş gösterdi.  Bu süreç emperyal dengeye meydan okumaydı. Bu bağlamda, bazen İmparatorluğa  bağlılıklarla  birlikte var olan, bazen de onlarla çelişen birlik, etnik ve jeopolitik farklılığın ırksal bilinci ortaya çıktı. Bu ırksal farkındalık tarihsel olarak çok yeniydi. Siyasi koşullar altında Müslümanlar bazen fatihler, bazen de Hıristiyanlar tarafından yönetilen imparatorlukların sadık tebaası, bazen de topraklarının 3 /1 işgal  altında olanlardı. Bu şartlar altında, Müslüman dünyasını tek, farklılaşmamış bir gruba indirgemek mantıklı olmazdı. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında değişen koşullarla birlikte Müslümanları başka bir medeniyete dönüştürme süreci başlamış, Avrupa şehirlerinde ve Müslümanların kendi aralarında Müslümanlara karşı ırk ayrımcılığı boy göstermiştir.

19. yüzyılın ikinci yarısında, Oryantalistler daha sağlam ırk hiyerarşisi teorileri üretmeye başladılar. Enternasyonalist İslami hareketin aktivistlerinin meydan okuduğu şey bu yeni etnisiteydi. Ama stratejileri istediklerinin tam tersi yönünde oldu. Enternasyonalist İslami hareketin aktivistlerinin Osmanlı Halifesi ile manevi bağlara vurgu yapmaları ve Osmanlı Hristiyanlarının koşullarının Avrupa yönetimi altındaki Müslümanların koşullarıyla karşılaştırılması, Avrupa'nın İslam ile  arasındaki çatışmaya ilişkin paranoyasını ortaya çıkardı. Batılı ve Müslüman modernistler, oryantalistlere gururla yanıt vererek, hayali bir Avrupa emperyal merkezine hitap ederek etnik söylemi yoğunlaştırdılar.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —