Geçtiğimiz hafta toplumsal cinsiyet kavramı üzerinde durduğumuz için bu konuda yeniden bir açıklama yapmayacağız. Bu hafta üzerinde duracağımız soru, İslam’ın belirli bir toplumsal cinsiyet modeli önerip önermediğidir. Bu soruyu başka bir biçimde de sorabiliriz: İslam, nasıl bir toplumsal cinsiyet modeli sunmaktadır?
Kültürel antropoloji alanında yapılan çalışmalar, dünyada üç tip toplumsal cinsiyet modeli olduğunu ortaya koymaktadır.
- Bunlardan ilki, kadın ve erkeğin üstlendiği rollerin katı sınırlarla birbirinden ayrıldığı ve birinin diğerinin rolünü yapmasının mümkün olmadığı toplumsal cinsiyet modelidir. Bu modelin hakim olduğu toplumlarda daha çok erkeğin kadın üzerinde egemen olduğu görülmektedir.
- İkinci model, kadın ve erkeğin rollerinde esnek bir geçirgenliğin olduğu ve zaman zaman rol değişmelerinin toplum tarafından kabullenildiği toplumsal cinsiyet modelidir. Burada tipik “kadın işi” ya da tipik “erkek işi” gibi tanımlar konusunda esnek bir anlayış hâkimdir.
- Üçüncü model, kadın ve erkeğin birbirini tamamladığı bir işbirliği modeli olup birinci ve ikinci modelin bir karması söz konusudur. Bazı işlerde yerdeğiştirme mümkün iken, bazı işlerde mümkün değildir. Bu tip toplumlarda kadın ve erkek arasında eşitsizlikten ziyade tamamlayıcılık söz konusudur.
Geleneksel toplumlarda çoğunlukla ilk model hâkimdir. Kadın ve erkek isimleri, kıyafetleri ve simgeleri farklılaştığı gibi toplumsal roller de farklılaşmıştır. Bir rolden diğerine geçişe müsaade edilmez. Kadın ve erkek arasındaki ayrım, çoğu zaman mekânsal olarak da belirlenmiştir. Kadınlar ve erkekler ayrı mekânlarda oturur ya da iş yaparlar.
Modernleşme süreçleriyle birlikte, çağdaş toplumlarda geleneksel rol ve statüler değişmekte ve kadın-erkek rollerinde de bir değişme yaşanmaktadır. Daha önce tipik erkeğe ait kabul edilen özellikler ve işler, kadınlar tarafından yapılırken, kadına özgü özellikler ve işler de erkekler tarafından yapılmaya başlanmıştır. Hukuksal eşitlik, zamanla sosyo-kültürel alanda da aynileşmeye yol açmaktadır. İsimler, kıyafetler ve simgeler dâhil işler ve işleri yapma biçimleri de birbirine benzemektedir.
Üçüncü modele, bazı geleneksel toplumlarda rastlandığı gibi modern toplumlarda da rastlanmaktadır. Sözgelimi geleneksel Kung toplumunda kadınlar ve erkekler işlerin yüzde 35’ini ortak yaparken, geri kalan işlerde cinsiyete göre işbölümü söz konusudur. Günümüzde çoğu modernleşme sürecinde olan toplumlarda da benzer bir duruma rastlıyoruz. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin tam olarak sağlandığı bir toplum henüz ortada yoktur, ama bazı toplumlar ve kesimler bunu ideal bir toplumsal tasavvur olarak önlerine koymuşlardır.
Şimdi soru şudur: İslam bu üç modelden hangisini kendi ideal tasavvuruna yerleştirmiştir?
Bu soruya cevap verirken birçok şeyi hesaba katmak zorundayız. İlk olarak İslam’ın geldiği dönemde nasıl bir toplumsal cinsiyet modeli vardı ve bunu nasıl ya da hangi bakımdan değiştirdi? İslam öncesi geleneksel toplumun hangi unsurlarını muhafaza etti? İkinci olarak İslam’ın gelişinden bu yana geçen, yüzyıllar içinde kadın ve erkeklerin toplumsal statüsünde ve rollerinde meydana gelişmeler İslam’ın fıkıh sistemine ne kadar etki etmiştir ya da edecektir? Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, Kur’an’ın hükümlerini bugünkü gelişmelerin ışığında nasıl yorumlayacağız?
Bu sorulara cevap bulmaya çalıştığımızda kesinlikle farklı yorumların ortaya çıkacağı kuşkusuzdur. Bugün İstanbul Sözleşmesi’ne farklı tepkilerin gelmesinin de sebebi, Müslüman grup ve cemaatler arasında farklı ideal toplumsal cinsiyet tasavvurlarının olmasıdır. Bir kesim geleneksel işbölümünü İslami ve değişmez bir model olarak alıp modern gelişmelere karşı koyarken, diğer bir kesim de İslam’da yeni içtihatlar yaparak gelişmelerin hepsini olmasa da bir kısmı kabul etmekte ve içselleştirmektedir. Bir başka kesim ise, reel durumu geçici bir durum olarak görüp gelecek İslam toplumunda işlerin farklı olacağını düşünmektedir. Bu son kesim “laik düzen içinde İslami çözümler” üretmeye çalışmanın en geçerli yol olduğuna inanmaktadır.
Farklı bakış açılarının varlığını kabul ettiğimizde, benim burada yapacağım açıklama ve yorumlar elbette bana göre olacaktır. Her şeyden önce şunu vurgulamak istiyorum: Ben “toplumsal cinsiyet eşitliği”ne değil, “toplumsal cinsiyet adaleti”ne inanıyorum. Kur’an ve dolayısıyla İslam’ın en merkezi kavramı eşitlik değil, “adalet”tir. Adalet, eşitliği içerir ama eşitlikten ibaret değildir. Eşitlik hukuksal bir kavramdır ve totaliter bir nitelik kazandıkça homojenleştirici sonuçlar doğurur. Sözgelimi herkese eşit ücret vermek, eşitliktir ama adalet değildir. Meslekler farklı yetenek ve nitelikler gerektirir ve buna bağlı olarak da farklı ücretlendirme olur. Yani insanların yetenek ve niteliklerine göre bir ödüllendirme yapılmazsa, bu eşitlik olsa bile adalet olmaz. Hatta günümüzde aynı işi yapan kişiler (sözgelimi akademisyenler) aynı performansı göstermedikleri için farklı biçimlerde ödüllendirilmektedir.
Adalet, eşitlik kadar farklılığı da dikkate almaktır. Farklılıklar dikkate alınmadığında eşitlik hızla adaletsizliğe dönüşür. Çağımızda kadın meselesinin çözümsüzlüğünün nirengi noktası da burada yatmaktadır. Kimi çevreler eşitliğe vurgu yaparken, kimi çevrelerde farklılığa vurgu yapmaktadır. Oysa çözüm adalettedir, yani eşitlik ve farklılığı birlikte götürebilmektir.
İkinci olarak hukukta “sınırlar” (hudud) vardır ve bunları asgari ve azami olarak iki grupta değerlendirebiliriz. Bazen sınırların altına inmek, hukuk ihlalidir, ama sınırların üstüne çıkmak hakları geliştirmektir. Adaleti, bu sınırları dikkate alarak yorumlamak gerekir. Adalet sınırları korumakla mümkündür ama bu sınırlar nihai olarak görülmemelidir. Çünkü İslam hukukuna göre “Asl olan özgürlüktür.” Aleyhe bir durum yoksa, özgürlükler kısıtlanamaz.
Şimdi Kur’an’ın hükümlerine göre kadın ve erkek arasında toplumsal rollerin nasıl dağıtıldığını incelemeye geçebiliriz.
Belki gereksiz ama ilk olarak canlıların ve bu arada insanların, dişi ve erkek olmak üzere çift yaratıldığını söylemeliyiz. Erillik ve dişillik yaratılıştan gelen bir özelliktir. Birçok ayette Kur’an bu gerçeği vurgular. Bu demektir ki, erillik ve dişillik toplumsal olarak icat edilen bir şey değildir. Burada erillik ve dişillik ile, biyolojik cinsiyeti kastettiğimiz açıktır.
İkinci olarak kadın ve erkek aynı ontolojik cevheri paylaşmaktadır. Bu gerçek Kur’an’da “Tek nefis” (Nefs-i vahide) olarak ifade edilmektedir. Hem erkek hem kadın aynı hamurdan yaratılmıştır. Nisa Suresi’nin ilk ayetinde geçen “Ey insanlar sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yayan” ifadesi, kadının erkekten yaratıldığına değil, erkeğin yaratıldığı nesneden yaratıldığına işaret etmektedir.
Kadın ve erkeğin ontolojik cevheri aynı olduğu gibi onur ve haysiyet bakımından da eşdeğerli varlıklardır. İnsanlar arasında ne cinsiyet ne de ırksal bakımdan bir üstünlük söz konusu değildir. Hepsinin temel maddesi, toprak ve ruhtur. İnsan en adi toprak ile en yüce ruhun bileşkesi olan bir varlıktır.
Üçüncü olarak insana, kadın olsun erkek olsun, duyular ve akıl gibi çeşitli yetenekler verilmiştir. Bu yeteneklerin verilmesi konusunda bir ayrımcılık söz konusu değildir. Bununla birlikte verili durumda kadın ve erkeğin yeteneklerinin farklılıklar içerdiği de bir gerçektir. Bu farklılıkların bir kısmı doğuştan, bir kısmı da yeteneklerin farklı biçimlerde geliştirilmesi veya geliştirilmemiş olmasıyla bağlantılıdır, yani sonradan ve toplumsal olarak biçimlendirilmektedir.