Genel olarak toplumda var olan din algısından hareket ettiğimizde, İslam´ın namaz, oruç, hac gibi bireysel ibadetleri düzenleyen ve ahiret hayatını tarif eden bir din olduğu sonucuna varırız. Hatta gerek diyanet, gerekse bireysel din anlatıcılarının fetvaları ve özellikle de çizdikleri büyülü ilahi atmosfere baktığımızda İslam´ın insanların aklının eremeyeceği, erişilmez bir din olduğu anlayışıyla karşılaşırız. Bu anlayışa göre sanki İslam, insanlığın bireysel ve toplumsal hayatını rahmetle kuşatan, yol gösteren ve bu amaçla temel ilkeler vazeden bir rehber değil, sadece ahirete ilişkin bir muamelat bütünüdür.
Oysa İslam´ın temel kaynağı Kur´an ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Din dediğimiz olgu esas itibariyle bu kaynağın imana, ahlaka, ekonomik, sosyal ve siyasal hayata aktarılışıdır. Yani din sadece bireysel ibadetlere ilişkin düzenlemeleri içermez.
Ve en önemlisi de Kur´an değişimin var olduğu her alanda olduğu gibi siyasal alanda da kesin ve kısıtlayıcı sınırlar çizmez. Çünkü gerek toplumsal, gerekse siyasal alan sürekli bir değişim içindedir. Bu yüzden de toplumsal ve siyasal alanın tanzimi, seçme hürriyeti ile yaratılan akıl ve irade sahibi olan insana bırakılmıştır. Ancak geleneksel İslam kültüründe bu anlayış, Allah´a şirk koşmak gibi ortaya konulmuştur. Oysa dünya, insan için bir imtihan alanıdır. Eğer insan aklının ve iradesinin toplumsal ve siyasi alanda bir rolü olmayacaksa, insanın imtihana tabi tutulmasından söz edilebilir mi... Dolayısıyla böylesi bir tasavvur hem irrasyoneldir, hem de Allah´ın adaleti ile bağdaşan bir durum değildir.
***
Kaldı ki Kur´an´da toplumsal ve siyasal alanın düzenlenmesi konusunda net bir ayet olmadığı dikkate alındığında, doğal olarak İslam siyaset düşüncesinin temel ilham kaynağı olan Kur´an ve Hz Peygamberin ilkeleri ışığında akıl, irade ve şuraya dayalı düzenleme yapılmasının önü açıktır.
Bu bağlamda Hz. Peygamberin sünneti ve uygulamaları son derece önemlidir. Hatırlamakta yarar var; peygamberlerin tümü kendilerini kutsal varlıklar, Allah´ın halifesi (Halifetullah), yani Allah´ın yeryüzündeki gölgesi olarak sunmamışlardır. Prof. Dr. Adem Çaylak, ?İslam siyasi düşüncesine hakim olan genel ve temel ilkeler? makalesinde çok önemli bir tespitte bulunuyor: ?İslam peygamberi Muhammed, her daim ümmetine, ?Beni kutsallaştırmayın, ben de insanım, sizin gibi yerim, içerim ve alışverişe giderim´ demiştir. Titreyerek yanına getirilen bir bedeviye hitaben, ?Niçin titriyorsun, ben kuru ekmek yiyen Mekkeli kara bir kadının oğluyum, ben melik/kral değilim´ biçimindeki sözleri, İslam´ın ruhaniyete ve melikliğe dayalı bir saltanat rejimi olmadığını göstermektedir.?
Bir hakikatin altını özellikle çizmek gerekiyor; peygamberin bile yetkisi ilahi vahyin tebliği ile sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla peygamber de Allah´ın vazettiği adalete ve hukuka riayet etmek durumundadır. Ayrıca hukukun ve rızanın olmadığı yerde itaat de yoktur. Çünkü herkes Allah´ın koyduğu ilkelere uymakla mükelleftir ve İslam siyaset düşüncesinde, yönetilenler yönetim sorumluluğunu elinde bulunduranlara kayıtsız şartsız itaatle yükümlü değildirler.
***
Maalesef geleneksel İslam kültüründe ?hilafet´ kavramı kutsallaştırıldığı için halife de layüsel bir konuma oturtulmuştur. Bugün İslam toplumlarında özgürlük kavramının gelişememesinin temelinde de bu anlayış yatmaktadır. Zira halifeyi eleştirmek bir bakıma ?fitne´ ile eş değerde tutulmuştur. Oysa hilafet siyasal bir kurumdur ve de bir kutsallığı yoktur. Prof. Çaylak´ın şu ifadeleri son derece dikkat çekicidir: ?İslam´da hilafet, Allah´ın hilafeti değil, Rasülullah´ın hilafetidir. Halife otoritesini Allah´tan almaz. Çünkü İslam siyasi düşüncesi teokratik rejimi kabul etmez. Halife, otoritesini hukuk ve bey´at yoluyla siyasi toplumun rızasından alır.?
Bu çerçevede hiç zaman kaybetmeden, İslam´ın evrensel mesajı ışığında dinle hayatı barıştırmakta yarar var. Ve en önemlisi de İslam siyaset düşüncesinde siyasi otoritenin meşruiyetinin, hukuka ve adalete riayetten geçtiğini modern dünyanın diline tercüme etme zarureti bulunmaktadır.