İsimcilik…

İsimlendirmeler husûsunda en isâbetli metod, Kızılderilerilerin ve eski Türklerin metoduydu. Topluluk büyükleri, gençlerin dikkât çekici bir başarıları olduğunda, o başarıyı çağrıştıran bir isimle onurlandırıyorlardı onları…

İsimcilik…

Süleyman Seyfi Öğün yazdı;

İsim ve sıfatlar, biz insanların varlık âlemine dil üzerinden yüklediğimiz kategorilerdir. Bu suretle varlıkları belirli ve mânâlı bir hâle getiririz. Veri bir varlığın veyâ varlık grubunun ortak nitelikleri üzerinden diğerlerinden ayrıştırılmasını, isimlendirmeler belirler. Tabiat bilimlerinde bu belirleme işi isimlendirmeler ve sınıflandırmalar üzerinden somutlaşır ve hayli işlevseldir. Ama iş, isimlendirme ve sınıflandırmalarla nihâyetlenmiyor. Buna ilâveten bir de mânâlandırmalara açılıyor. Meselâ hayvanlar âleminde, ortak niteliklerinden yola çıkarak bir grup hayvanı “ayı” olarak isimlendirmek ve sınıflandırmak, onları belirli kılmak için yapılır. Burada bir mânâlandırmaktan bahsedemeyiz. Ama ayıya “Kocaoğlan”, Yumoş, Yogi dediğimizde başka bir evreye geçmişiz demektir. Yumoş veyâ Yogi isimleri aynı zamanda, belirli duygusal çağrışımlara sâhip nitelendirmelerdir.

İsim ve sıfatlamaların varlığa içkin olup olmadığı apayrı bir tartışma konusudur. Eşyânın, varlığın zâtı ile isim ve sıfatlamaları arasındaki ilişki teoloji ve felsefenin ana tartışma konularındandır. Buralar beni aşar.. Girmeye niyetim yok. Meseleye daha pratik bakmak taraftarı olduğumu söylemeliyim. Dünyâya gelmesine vesile olduğumuz çocuklarımıza verdiğimiz isimlerden bahsedelim. Eskiler çocuklarına isim takarken biz modernler kadar titizlenmezlerdi. Tâkip edilen en yaygın yol; çocuk erkekse, ona dedesinin veyâ uzak atasının; kız ise anneanne, babaanne veyâ daha uzak bir hanım akrabasının ismini vermekti. Bu iş uzun boylu tartışılmazdı. Dinî hassasiyetleri daha fazla olanlar, çocuklara verilecek isimlerin Kur’an’da geçmiş olmasına dikkât eder; meselâ Satılmış veyâ Dudu gibi isimleri tercih etmezdi.

Kültürel bölünmeler isimlerin tercihinde mühim bir rol oynar. Bu hem gelenekte, hem modernlikte böyledir. Meselâ Şia’ya mensup olanlar Ali, Hasan, Hüseyin ve 12 İmam isimlerini tercih etmişler; Osman ve Ömer gibi isimlerden kaçınmışlardır. Ömer ve Osman isimleri ise Sünnî dünyâda son derecede yaygındır. Biz Türkler ise Mürciye üzerinden hareketle Ali’nin yanına Osman’ı eklemekte bir beis görmemişizdir.

İsimlere sonradan eklenen lâkapların, isimlerden daha sahih olduğunu düşünürüm. Binlerce Ali ve Mehmed’in olduğu toplulukta Ali’nin hangi Ali olduğunu ayırmak için Sarı Ali, Çopur Ali gibi sıfatlamalar yapılırdı. (Bunların bir kısmı daha sonra soyadı olarak da benimsenmiştir). Lâkaplar, o kişinin gerçek niteliklerini açığa çıkarır. Onun karakteri veyâ fiziksel nitelikleri hakkında daha somut bilgiler verir.

Modern dünyânın kültürel uyarıcıları, isimlendirme işini geleneksel örüntülerden farklı olarak daha meydan okuyucu, daha keskindir. Bu biraz da modern dünyâ bilimlerinin tasnifçi analitik tutkusuyla açıklanabilir. Tasniflerin, yönetmek ve hâkim olmak gibi iktidar kokan süreçlerle olan bağını ayrıca vurgulamaya hâcet yok. Eğer bilgi iktidarsa, muktedir olanın işini en fazla kolaylaştıracak olan analitik bilgilerdir. Hâl böyle olunca, modern dünyâda isimlendirme işi, gerek bireysel, gerek topluluksal düzlemlerde daha da iddialı bir hâle gelmiş; nihayette ise plâstikleşmiştir. Meselâ topluluk düzeyinde kimlik, geleneksel âidiyet duygu ve bağlarından farklı olarak modern bir tutkudur. Kimlikler üzerinden yürütülen mücâdeleleri gönlüme yatırmak bu sebepten olsa gerekir mümkün olamamıştır. Hele hele özünde bir bastırma işi olan kimliklerin özgürleşmesi iddiasını, mantıksal olarak çelişkili bulmuş, soğuk bakmışımdır. Topluluk kimlikleri bana hep iğneli fıçılar çağrışımı yapagelmiştir.

Şu kimlik işine biraz da bireysel bakalım. Kimliksiz, meselâ kimlik kartı olmaksızın dışarılarda dolaşmak modern insânın en büyük korkularından birisidir. Kimliklerin kartlara işlenmesi; bu kartların kâğıt gibi daha sıcak bir malzemeden “plastik” olanlara evrilmesi de bana hep düşündürücü gelmiştir. İsimlendirme işini de bu plâstikleşme sürecine bağlıyorum. Son zamanlarda çocuklarımıza koyduğumuz isimlerin çok plâstikleşmiş olduğunu düşünüyorum. Çocuklarımızın hayâtlarının, ebeveynlerinin hayâtlarının devâmı veyâ daha beter olarak tashih edilmiş yansımaları olduğuna şartlanmış, totaliter bir bakış yatmaktadır burada. Çok meydan okuyucu, iddialı, marjinâl isimler koyuyoruz çocuklarımıza.. Aslında, çocuklarımıza koyduğumuz isimlerin onların mukadderatını belirleyeceğini zannediyoruz. Aslında bir bakıma, olmak isteyip de olamadıklarımız, kendi yetersizliklerimiz, başarısızlıklarımız ve eksiklerimizin telâfisidir bu koyduğumuz isimler. Aslında gâliba, gizil olarak kendimize koyduğumuz isimlerdir çocuklarımıza koyduğumuz isimler..

Var olan mekân isimleri beğenmeyip değiştirmek tutkusu da buna benzer bir meseledir. Sovyetler devrinde çok yapılmıştı. Leningradlar, Stalingradlar.. Bizim de sicilimiz az buz değildir bu bapta.. Neticede ortaya komik durumlar çıkmıştır. Hâlâ da çıkmaya devâm ediyor. Son misâl de, sosyal medyayı çalkalayan Ankara’nın isminin Atatürk şehri olarak değiştirilme teklifiydi. Modern insan, isimlere takıntılı, isimlerle zihni kavgalı bir tür..

İsimlendirmeler husûsunda gâliba en isâbetli metod, Kızılderilerilerin ve eski Türklerin metoduydu. Topluluk büyükleri, gençlerin dikkât çekici bir başarıları olduğunda, o başarıyı çağrıştıran bir isimle onurlandırıyorlardı onları. Plâstik isimlerdense ne kadar hak edilmiş bir isimlendirme yolu, değil mi?