Işıldayan gülümsemeler ve karanlık sorular

ÜMİT KIVANÇ'ın yazısı;

Işıldayan gülümsemeler ve karanlık sorular

 

Yaşanmıştan korkmak genetik özelliğimiz. “Yaşanmışı kurcalatmasın da ne olursa olsun”, her türlü siyaset önerisi için kabul şartımız, düsturumuz


Salgın ve karantina günlerinin hemen öncesindeki bir yazımda konu ettiğim kitabında Amin Maalouf, “Bir felaket,” diye yazıyor, “gerçekten cereyan ettiğinde, aslında kaçınılabilir olduğu asla ispat edilemez.” Askerî vesayet rejiminin yıkılışıyla bugün yaşadığımız rezilliğe varılmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürenlerin sarıldığı gerçeklik. Geçmişteki konumları yeniden sorgulatacağı ve şimdi alınacak tavırlara dayanak edilecek haklı çıkma iddialarını zedeleyeceği için asla yapılamayan tartışmayı hatırlatıyor. “…Aslında kaçınılabilir olduğu asla ispat edilemez” dedikten sonra şu destek direğini dikiyor Maalouf: “İnsan buna bizzat ikna olsa bile…” Sonra kendisini hikâyesine oturtarak somutluyor: “Ve ben buna ikna oldum. Gençliğim dünyanın bu kısmında geçti ve o zamandan beri de orayı gözlemlemeye hiç ara vermedim. Benim neslimin talihsiz ayrıcalığı Dr. Jekyll’ın yavaş yavaş Mr. Hyde’a dönüşmesine tanıklık etmesiydi; çağının normlarına pek uzak olmayan, çağdaşlarının tüm düşlerini, tüm iddialarını ve tüm hayallerini paylaşan çok geniş bir halklar topluluğunun yabani, öfkeli, tehditkâr, umutsuz kalabalıklara dönüşmesinden sözediyorum.”

Sosyal medyanın tipik klişelerinden birini hatırlatıyor: “biz ne ara böyle olduk?”. Sahalarımızda görmek istemediğimiz türden olaylarla karşılaşıldığında mutlaka paylaşılan tepki: “hangi ara bu hale geldik”? Bizim durumumuzda haklı soru mu? Pek değil. Gerçeklik çoğumuz için problemli. O da sahalarımızda görmek istemediğimiz unsurlarla dolu. Rahat kaçırıcı.

Hoş, bizzat ürettiğin, geliştirilmesine katıldığın, teşvik ettiğin veya desteklediğin, yayılmasına hizmet ettiğin… yalanlarla yaşamak da az tedirgin edici değil. Yine de, anlaşılan, gerçekle yüzleşmeyle kıyaslandığında ona göre daha sağlam güvenlik vaat ediyor olmalı ki, yeğlenen bu. Gerçekle yüzleşme, sonuçları göze almayı gerektiriyor. Tanımı icabı risk barındırıyor. Yalanla yaşama ise, muhtevası inkâr, ambalajı şirretlikten müteşekkil hayat tavrıyla, biz bize götürülebiliyor. Gerçeğe çağıran, bu yüzden “hain”dir. Yalanın sağladığı eğreti huzuru bozmaktır, hainlik. Dengeyi yaratan kılıç, kılıçtan artanı ihanet. Denklem bu.

Popüler “ne ara…” sorusu, tam da sorulanın cevabını içinde taşıyan süreçleri gizlerken, soranın başına bir safiyet halesi konduruyor. Bu safiyet değil. Hakikatin rüzgârından korunmak için hafif geri çekilerek içerlek apartman girişlerine sığınanların topluca yarattığı görüntü tuhaf. Suç değilse, suça iştirak değilse inkâr, kaçamak, örtme-saklamanın ifadesi.

Yakın, uzak, her türlü tarihe olsa olsa bugünümüzü onaylama, yarın-öbürgün için avantaj elde etme hedefiyle sömürülecek kaynak olarak bakışımız ve ruh halimiz, sahiden “bir ara” şu halden şu hale gelmiş olsak bunu tesbit etmeye ve anlamlandırmaya elverişli değildir. Üstüne binerek tarihe yaklaşmayı seçtiğimiz araçlar iş makineleri. Dozer, kepçe. Birşeyleri parçalamaya, kaldırıp yana atmaya, kazmaya, yığmaya, gömmeye, örtmeye, herkes oradan yürüsün, başka yöne sapmasın diye hedefe doğru yol açmaya hizmet ederler.

Yaşanmıştan korkmak genetik özelliğimiz. “Yaşanmışı kurcalatmasın da ne olursa olsun”, her türlü siyaset önerisi için kabul şartımız, düsturumuz. Bu yüzden, aslında, anlayamayacağımız şeylerin başında “hangi ara” birşeylerin değiştiği gelir. Süreç sevmeyiz. Eğer bugün bizi haklı ve hem mağdur hem potansiyel meşru muktedir konumda göstermeyecekse, o süreç başlamadan önceki şartların tasvir edilmesini istemeyiz. Çünkü biz, mağdursak hep mağdur, doğruysak hep doğru, haklıysak hep haklıydık. Bugün de bu yüzden aksi imkânsız.

Amin Maalouf, en cömert ideallerin taşıyıcılarını örgütleyip seferber eden, sonra da onları çıkmaza sürükleyen”“tüm insanlık için muazzam umutlar uyandıran, sonra da onlara ihanet eden”, “iflasıyla büyük felaket yaratan”“dünyanın bugün tanık olduğumuz çöküntüye doğru kaymasını kolaylaştıran” komünist hareketi “övmeye çalışmadığını” özellikle vurgulayarak, Ortadoğu’da seküler, laik, Marksist hareketlerin yaygın olduğu yakın geçmişe dair ifadelerinde neden “her şeye rağmen biraz nostalji tınısı” bulunduğunu izah ediyor, Uygarlıkların Batışı’nda: “…bunun nedeni, büyük çoğunluğu Müslüman olan çok sayıda ulus içinde yirmili yıllar ile seksenli yılların sonu arasında Marksizm gibi laiklikten asla vazgeçmeyen bir ideolojinin varlığının bana bugün anlamlı ve yok olmasına hayıflanılabilecek bir gösterge olarak görünmesidir.”

Sonra “XX. yüzyılın önemli bir bölümünde hakim olan” ve kendisinin de “Beyrut’ta bizzat gördüğü entelektüel ve kültürel atmosferi” hatırlatır: “Örneğin Hartum Üniversitesi’nde, Musul’un bahçelerinde veya Halep kahvelerinde erkek ve kız üniversite öğrencileri arasında yaşanmış olabilecek tartışmaları düşünüyorum; bu gençlerin ellerinden düşürmedikleri Gramsci’nin kitaplarını, oynadıkları veya alkışladıkları Bertolt Brecht piyeslerini, Nazım Hikmet veya Paul Eluard şiirlerini, içlerini kıpır kıpır yapan devrimci şarkıları, tepki verdikleri olayları -Vietnam Savaşı, Lumumba’nın öldürülmesi, Mandela’nın hapse atılması, Gagarin’in uzay yolculuğu veya Che’nin ölümü- düşünüyorum. Ve bütün bunlardan da fazla, Afgan ya da Yemenli kız öğrencilerin altmışlı yılların fotoğraflarında hâlâ ışıldayan gülümsemelerini derin bir nostaljiyle düşünüyorum. Sonra bugün aynı yerlerde, aynı sokaklarda, aynı amfiteatrlarda dolaşanların küçücük, kasvetli, hüzünlü ve çelimsiz evreniyle karşılaştırıyorum.”

Bunlara bugün adı anılmayan hayatî olguyu ekliyor Maalouf: “Doğduğum bölgenin son yüz yıllık tarihini aklımdan geçirdiğimde, Marksist esinli siyasal hareketlerin Müslümanları, Yahudileri, ve çeşitli mezheplerden Hıristiyanları bir süreliğine yanyana getirebilen yegâne hareketler olduklarını görüyorum.”

Bendeniz de, buradan hareketle soru sormak isterim. Ama fırsatçılık edip Türkiye’de sola dair nostaljik methiye çıkarma maksadıyla değil. Zira sol, fedakârlığına, cesaretine, haksızlık ve adaletsizlikle mücadelede bütün yalnızlığına rağmen pes etmeyişine, azmine dair methiyeyi hak eder de, Maalouf’un ortaya koyduğu sorunsal bakımından methiyelik bir hal yok. Daha çok hesaplaşma ve yüzleşmeye ihtiyaç var. Azınlıklar konu edildiğinde başını eğmesi gerekmeyen bir solun, ne yazık ki, ancak 19 Ocak 2007’yi müteakiben zaman zaman kendini göstermiş oluşu bir yanda, memlekette devletçe tayin edilen resmî kimlik dışındaki bütün kimlikleri yok sayan, kendiliğinden yok olmayanı yok etmeyi umde bellemiş birilerini ana akım solun doğal müttefik sayması öbür yanda, manzara bir acayip.

Şu sorunun cevabının peşine düşülmemesi kadar, tıpkı onun gibi acayip: Kendilerini yerleşik ideolojik cenderelerden kurtarmaya çalışan “kıpır kıpır” gençlerin “ışıldayan gülümsemeleri” bizde, burada, “ne ara” söndü? Kimler tarafından, sistematik olarak, her görüldüğü yerde söndürüldü?

Toplum genç. Özellikle gençler tarihi kendileriyle başlatır. Bu yüzden uyarmalıyım: Maalesef Gezi sadece bir son örnektir. Yine maalesef, soruyu ne kadar geçmişi es geçip bugünün zulmüne odaklanarak sorarsak, o kadar cevaplayamıyoruz. Bugünün zulmünün geçmişinkinin tutarlı devamı olduğunu kavramadıkça, üzerinde ilerlediğimiz çizginin çıkışsız çember oluşturduğunu da fark edemiyoruz.

Şu işe bakın ki, Ortadoğu’da “karanlığa” karşı “aydınlığı” temsil iddiasındaki iktidarlar, ülkelerindeki sağlıklı uyanışları, arayışları, “kıpır kıpır”laşmaları, gençlerin “ışıldayan gülümseme”lerini söndürerek, ezerek, karartarak iş gördüler ve “küçücük kasvetli, hüzünlü, çelimsiz evren”lere açılan yolu düzlediler. Çünkü o sıkça bahsedilen “aydınlık”, buyrukla, buyruk sahiplerinin arzu ettiği ölçüde aydınlanan, ruhuna üniforma giydirilmiş gençler ve vazifeli aydınlarca meydana getirilemiyor. Muhalefetsiz, hukuksuz, dürüst seçimsiz, meclissiz imal edilemiyor. Üniversitede hangi konuda araştırma yapılabileceği, yapılınca hangi sonuca varılacağı devletçe belirlenen, kitabın polisçe “suç karinesi” sayıldığı bir “aydınlanma” ülkesi, anca uyduranın ve inanmış görünmezse cezalandırılacak olanın inanmış göründükleri paspal masalda varolabiliyor. Hakim ve savcıların yüzde yetmişinden fazlasının “devletin çıkarı sözkonusuysa hukuk bir tarafa bırakılır” dediği bir “hukuk devleti”, hukuksuzluk için fırsat arayan aradığı fırsatı bulduğunda, tek fiskede adaletsiz despotluğa dönüşebiliyor.

Amin Maalouf’un geçmişe özlemi, geleceğe yönelik dilek, bir nevi. Bu dilek bizim için ağır bir soru koyuyor ortaya. Milim uzaklaşmak istemediğimiz ezberlerimizle asla yanına yaklaşmayacağımız bir soru.

P24 Blog