Salını ırmağa atıp ‘hadi beni evime götür!’ diyebilir misin? Irmağa dizgin vurup gittiğin yere götürebilir misin? Irmağın akışı senin akışından büyüktür, onun akışı senin akışını içine alır, içinde eritir, sana hükümran olur. Hakikatte ırmağın da içinde aktığı bir felek vardır; ırmak da akmaya tâbi ve teslim olduğu bir yatakla, bir istikamet üzere, bir akıbete doğru akar.
Mademki ırmak yatağında akar, yatağı nereye doğruysa ırmak da oraya gider? Üstündeki salı da gittiği yere götürür. İnsanın ırmağa istikametini söylemek gibi bir gücü, kudreti, imkanı yoktur. Bunu bilirse ırmağı yolundan çevirmek için boşa debelenmez; ırmakla bir olmanın, ırmakla beraber akmanın şuuruyla teskin olur, sükuna erer, teslimiyet içinde onunla birlikte akıp gider. Irmakla ahenk içinde akıbetine doğru yol alır, ki kaderi de budur.
Bugün, salını ırmağa atıp ‹hadi beni evime götür» diye bağırıp çağıran insanlarla dolu dünya. Sebebin farkında olmadan, olanın hikmetini bilmeden, akıbetin fermanını yazmaya kalkan insanlarla dolu. Halbuki, sebepler akıbete müntesiptir. İnsan ne kadar bağırıp çağırsa, ırmak yine akacağı yere akar, gideceği yere gider. Ama ne tarafa giderse gitsin nihai istikameti yine ummandır, nereye doğru akarsa aksın yolun sonu her daim ummana çıkar.
Bunu bilmek, bu hakikati içe sindirmek, ‘akma’ halini kendi aslî tabiatına, zevkine, hazzına eriştirir. İnsanı, bir ömür bir yalanı gerçekleştirme peşinde debelenip durmaktan kurtarır, ırmakla, ırmağın akışıyla, istikametiyle ve nihayet akıbetiyle kavga etmekten kurtarır, hakikatiyle barıştırır, pür ahenk kılar, tamamlar, bütünleştirir. Aksi bir yere vardırmaz, bütün o çırpınma, bütün o debelenme, kendini tüketen beyhude bir itiraza dönüştürür, kahırla doldurur kişinin bütün ömrünü, hayatını. Sen onunla akmamak için nice çabalasan boşadır, ırmak yine bildiğince akar, her sebep nihayetinde kendi akıbetine erişir, ilişir. Sen zayi olduğunla kalırsın sadece.
Jorge Luis Borges’in ‘Alçaklığın Evrensel Tarihi’ kitabından derinliği, eni ve boyundan büyük bir cümle: “İç içe geçmiş binlerce sebebin sonsuz, aralıksızakışına kader deriz.”
İnsan, ırmağın akışına dair bir idrak geliştirmeden kendi akışının nereye olduğunu anlayamaz, anlamlandıramaz. Çünkü akıbet bilgisi, faniler için gayba dahildir. Anlamlar içinde yolculuk ederiz ama bütün bu anlamların hangi nihayete bağlanacağını bilemeyiz. Yapabileceğimiz şey istikameti doğru tutmak, bu yolda gayret sahibi olmaktır. Sadece ölüm değil, hayat da bilinmezlerle doludur bizim için... Otuz yıl önce yaşanmış küçücük bir hadisenin, önemsizcesine söylenmiş bir sözün, açılmış bir kapının, farkına varılmış minicik bir gerçeğin, otuz yıl sonra hayatımızın bir büyük gerçeğine dönüşmesi, önünü alamadığımız bir kırılmanın tetikleyicisi olması, bir anlam fethinin kıvılcımını çakması, böylece hayatımızı esastan değiştirmesi mümkündür ve biz ancak her şey olup bittiğinde fark ederiz bunu. Hatta çoğu zaman etmeyiz bile. Sebepsiz olan hiçbir şey yoktur hayatımızda ve hiçbir şey kendi akıbetinden başka bir yere akmaz.
Bir roman kahramanı olduğumuzu düşünelim. Tabiatımız gereği bir roman kahramanı olduğumuzu bilmeden yaşarız. Bir çok şey olur ve biz bütün o şeylerin arasından akıp geçeriz. O romanın gerçekliği içinde bu bizim bir roman kahramanı olarak hayatımızdır. Romanın bir yerinde kurgusal gidişatın dışına çıkmak, hatta atlayıp kitaplıktaki başka bir romana geçmek gibi bir düşüncemiz olmaz. Olmaz çünkü bu roman kahramanlarını aşan bir şeydir, o romanın sınırları, o roman kahramanının varlık sınırlarıdır. Okuyan içinse bu bir romandır, gerçekliği kitabın iki kapağı arasında başlayıp biter. Okunup bitirildiğinde kitaplıktaki kitaplardan biri olmaya geri döner. Dünyadaki sayısız romandan biri olmaya... Dünyanın içindeki küçük bir şey olmaya... Alemin içinde görünmez bir şey olmaya... Ancak yine de o görünmezliği içinde alemi tamamlayan bir şey olmaya...
“Kendini teslimiyetle suyun ellerine bırakırsan yukarıda kalır, batmazsın. Su seni itinayla taşır ve selamette tutar.” diye bir not düştü beyaz saçlı adam, birazdan çevireceği sayfanın sağ köşesine.