Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi Doç. Dr. Evren Balta’ya göre korona virüsü, her doğal felaketin yaptığını yaparak bize, içinde bulunduğumuz sistemin kör noktalarına, eşitsizliğe, adaletsizliğe ayna tutuyor. Balta’ya göre tıpkı 1300’lerde Avrupa’yı kasıp kavuran kara veba gibi, korona virüsü salgınından sonra da dünya, özellikle de insan odaklı olmayan küreselleşme, vahşi kapitalizmin işleyişi eskisi gibi olmayacak. Fakat yeni dünya düzeninin iyi olup olmadığını ise virüs değil, mücadele belirleyecek.
2020, eğer insanlık ayakta kalabilirse, bizden sonraki kuşakların geleceğini belirleyecek ve insanlık tarihinin önemli eşiklerinden biri olarak kabul edilecek. Korona virüsü bu gece itibariyle yeryüzünü terk edip gitse bile, bunun böyle olacağı açık.
Fakat virüs bizim yakamızı kolay kolay bırakmayacak. Zira vahşi kapitalizmin açıklarından sızarak, hatta pek çok yerde kapitalizmle işbirliği yaparak en dezavantajlı kesimleri vuran korona virüsü için olağanüstü uygun bir dünya düzeni var.
İnsana değil hızlı kâr ve tüketim hırsına dayalı “küresel köy” ortamı virüsün hızla yayılmasına; silahı çelikten, binaları betondan ama sağlık sistemini balondan yapan kapitalist devletler sistemi de virüsün öldürücü olmasına yol açıyor. Peki korona virüsü aslında bize ne anlatıyor? Virüsün yaratacağı toplumsal, siyasal sonuçlar insanlığın önüne ne tür patikalar açıyor? Tedirginlik Çağı isimli kitabında siyasal, toplumsal veya doğal felaketlerin, salgın hastalıkların yarattığı bu türden etkileri de mercek altına alan Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Evren Balta’ya bağlanıyoruz…
Doç. Dr. Evren Balta
Öyle görünüyor ki yakın zamana kadar “küresel köy” denen dünya, korona virüsünden sonra eskisi gibi olmayacak. Tüm ülkeler sınırlarını, hatta bazıları kendi içinde belli kentleri kapatıyor. Pek çok bölgede OHAL ilan ediliyor ve tüm bu “kapanma” adımları, sadece iktidarların değil, insanların rızası, hatta talebiyle atılıyor. Üstelik bu adımların geleceğe ne tür izler bırakacağına dair olağanüstü bir belirsizlik hâli var. Sizce korona virüsü, dünyadaki mevcut sistemi nasıl etkileyebilir?
Bildiğimiz şey dünyanın artık eskisi gibi olmayacağı. Salgın, dünyanın bütün gerilim hatlarını ortaya çıkardı. Sadece ulus devlet ve küreselleşme arasındaki bir gerilimden değil, kentler arasındaki bir gerilimden de bahsediyoruz. Nitekim salgının hem yayılma hem de kontrol edilme biçimlerine bakarsanız, aslında bunun büyük kentlerin krizi olduğunu görürsünüz. Nüfus yoğunluğu çok fazla ve küresel dünyanın merkezi olan küresel kentler bu salgından en çok etkilenen yerler. Aynı ulusun içinde belirli kentlerin/ bölgelerin karantina altına alınması, o kentlerden başka kentlere olan insan akışına şüpheyle bakılması, kamu kaynaklarının kriz sırasında dağıtımında kentler arasında yaşanan gerilim ve rekabet aslında ulus devletin de bizim bildiğimiz anlamda geri gelmeyeceğinin işareti.
Ne olacak peki?
Ne küreselleşme ne ulus devlet artık eskisi gibi olacak. Salgını kontrol etmek için kullanılan mekanizmalar büyük ölçüde ulus devlete ait mekanizmalar. Üstelik bu mekanizmaların önemlice bir kısmı yüzyıllar öncesine ait karantina gibi uygulamalar. Bundan birkaç ay önce insanların evine kapanacağını, üstelik bunun gönüllü olacağını ve kapanma politikalarına bu kadar büyük bir halk desteği olacağını tahmin bile edemezdik. Ama görüyoruz ki siyasetçilere aşağıdan gelen büyük bir baskı var. Sokağa çıkma yasağı ilk kez bir halk talebi. Bu talebe direnenler ise siyasetçiler. Bu tabii çok yeni ve çok ilginç bir gerilim.
KORONA İLE MÜCADELEDEKİ BAŞARIDA REJİM TİPİ DEĞİL, DEVLET KAPASİTESİ BELİRLEYİCİ
Peki, o zaman siyaset bu kadar popüler bir talebe neden direniyor?
Piyasayı insan hayatının önüne koydukları için. Sokağa çıkma yasağı uygulayan bir devlet bunun getireceği ekonomik yükü karşılamak zorunda. Katı kapatma önlemleri ülkenin ekonomisini ciddi bir zarara uğratabilir. Hem bu zararı göze almak hem de bunun getireceği maliyetleri yüklenmek zorundasınız. Üstelik sokağa çıkmadığı anda kendinin ve ailesinin hayatını devam ettiremeyecek çok geniş bir emekçi grubu da var. Bu kişilerin düzenli bir gelir akışına sahip olmasını da garanti etmek zorundasınız. Sokağa çıkma yasağı uygulayabilmek hem güçlü bir ekonomiyi, hem zaten görece iyi işleyen sosyal devlet mekanizmalarını gerektiriyor. Bu açıdan iş gücünün yapısı, üretimin dağılımı gibi pek çok faktör var. Örneğin Çin, Vuhan’da çok katı bir sokağa çıkma yasağı uyguladı ama bu yasak Çin’deki üretimin adem-i merkeziyetçi yapısı yüzünden ekonomiyi daraltsa da büyük bir krize sokmadı. Oysa üretimin ve ekonominin neredeyse tek bir büyük kentte yoğunlaştığı Avrupa ya da Türkiye ekonomileri için durum aynı değil. O yüzden, bu tarz önlemlerin uygulanmasında kullanılan otoriter ve demokratik rejimler ayrımına dayalı analizleri çok yetersiz buluyorum.
Fakat otoriter rejimlerin bu tür krizlerle baş etme konusunda daha avantajlı olduğu Çin örneğine bakılarak iddia ediliyor. Bu salgının belki de otoriter rejimlerin küresel çekiciliğini güçlendireceği söyleniyor. Otoriterlik uygulama farklılıklarını açıklamak için doğru bir kavram değil mi?
Bir açıklayıcılığı var ama tek açıklayıcı değil. Örneğin bir başka otoriter rejim olan İran krizle mücadele etmekte kesinlikle en başarısız ülkelerden biri oldu. Tedbirlerin zamanlamasında geç kaldı, yaygınlığı konusunda başarısız bir sınav verdi. Önce kriz yokmuş gibi davrandı, sonra krizi küçümsedi, ardından da kriz için dış güçleri suçladı. Ama sonuç olarak otoriter olmasına, elinde çok güçlü ve merkezi olarak kontrol edilen bir devlet aygıtı bulunmasına rağmen krizi kontrol edemedi.
O halde rejimin tipi, Korona virüsüyle mücadelede belirleyici değil mi yani?
Bence rejim tipinden daha belirleyici olan, devletin kapasitesi.
RİSKİN YERİNİ BELİRSİZLİK ALDI VE BELİRSİZLİK ARTIK BİR İKTİDAR STRATEJİSİ
Peki ABD, devlet kapasitesi olarak en güçlü olduğu halde, neden virüsle mücadelede yol alamıyor?
Devletin kapasitesi kavramı içinde iktidara olan güven ve destek, sağlık sisteminin alt yapısı, ekonomik güç, gelir eşitsizliği, liderlik tarzı, devlet-toplum ilişkisi, devlet-sermaye ilişkisi gibi pek çok faktör var. Hepsi birlikte ve sonuca etki edecek kadar önemli. Dolayısıyla otoriter Çin, demokratik Güney Kore ve yine demokratik Almanya başka biçimlerde salgın ile mücadele ediyor ama bir biçimde iyi örnekler olarak öne çıkıyorlar. Burada belki bir önemli kavram da devletlerin risk ile kurduğu ilişki.
Risk ne demek?
Risk, ölçülebilir ve kontrol edilebilir tehdit anlamına gelir. Örneğin sigorta şirketleri sizin riskinizi hesaplar, size bir prim ödetir ve hasta olanlarla olmayanlar arasında o riski dağıtır. Bu sistem tehditleri öngörülebilir risklere dönüştürmek üzerinden işler. Devletlerin özellikle 20. yüzyıl boyunca temel iktidar tekniği bu tür bir risk yönetimiydi. Askeri alandan refah devletinin düzenlenişine kadar bu iktidar tekniğinin izlerini görebilirsiniz. Siyasetçiler öngörülebilir tehditlere karşı riskleri dengeli bir biçimde dağıtmakla sorumluydular. Riskleri hafife almak da riskleri gereğinden fazla abartmak da bir sorundu ve her ikisi de siyaseten sorumluluk gerektiriyordu. Bu yönetim mantığının kalıntıları hâlen kimi devletlerde var. Buna Almanya iyi bir örnek. Ama pek çok devlette bu tamamen ortadan kalktı.
‘KENDİ OHAL’İNİZİ İLAN EDİN’ DEMEK, DEVLETİN BİR BELİRSİZLİK STRATEJİSİ
Peki riskin yerini bir iktidar stratejisi olarak ne aldı?
Büyük bir belirsizlik aldı.
Yani devletler, ölçülebilir, kontrol edilebilir tehdit olarak riskin yerine belirsizliği mi seçiyor?
Evet, artık belirsizlik bir iktidar stratejisi. Belirsizlik iktidara çok ciddi ve hemen her zaman keyfi olan, manipüle edilebilir bir alan açıyor. Bu, iktidarın başarısını değerlendirebileceğimiz ölçütlere sahip olmamızın önünü kapatıyor. İktidarı sorumluluk almaktan, hesap verebilir olmaktan uzaklaştırıyor. Bazı devletlerin bu salgında bir tür belirsizlik üzerinden iktidar kurduğunu düşünüyorum. Aslında bunu artık riski bir iktidar tekniği olarak kullanmayı unuttukları için de yapıyorlar. Çünkü risk üzerinden kurulan iktidar ciddi bir bilgiye dayanır. Kurumlara dayanır. Hesaplara dayanır. Son 30-40 yılda pek çok devlet isteyerek, bilerek ya da sadece ve basitçe uyum sağlayarak bu kurumların altını oydu. Bu süreç farklı devletlerde farklı hızlarda gerçekleşti. Yani aslında test yapmamak, sonuçları açıklamamak, vaka yerlerini açıklamamak, kendi OHAL’inizi ilan edin demek, devletin bir belirsizlik stratejisi.
İnsanlar baş edemeyecekleri, önleyemeyecekleri veya bilmedikleri bir belirsizlikle karşılaştıklarında, otoriteyle, devletle kurdukları ilişkiyi nasıl kuruyorlar?
Belirsizlik, dediğim gibi siyasal iktidarlara çok ciddi bir alan açıyor. Belirsizliğin bir iktidar stratejisi haline gelmesinin bir nedeni bireysel risklerin ulusal sınırlar içinde kamusal olarak karşılanması ilkesine dayanan refah devletini yok eden politikalar. Bu politikalar devletin, yöneticilerin toplumla kurduğu ilişkiyi bir risk yönetimi ilişkisi olmaktan çıkarıp bir belirsizlik ilişkisi haline getirdi.
.
RİSK ÖZELLEŞTİ, KAMUSAL OLMAKTAN ÇIKTI
Nasıl yani?
Devlet, aslında bireylere, “Başına ne geleceğini bilemem ama başına gelebilecek her tür şeyi bilmek ve karşılamakla sen yükümlüsün” dedi. Yani risk bireyselleşti ve özelleşti, kamusal olmaktan çıktı. Sağlığından endişe ediyorsan özel sağlık sigortası alman, ülkenin geleceğinden endişe ediyorsan başka ülkenin pasaportunu alman gerekiyordu. Bu tabii toplumun devletle kurduğu ilişkiyi kökünden değiştirdi. Sadece bunu değil, bireysel varoluşumuzu da değiştirdi. Her şeyden haberdar olmak isteyen, her şeyi kontrol etmek isteyen, her konuda fikri olması gereken kişiler haline geldik. Bir tür obsesif toplumsallıktan söz ediyorum aslında.
Bu değişim sadece refah devletlerinin dönüşümüyle mi ilişkili? Güvenlik alanında da risk yönetiminin dönüşümünden ve bu anlamda bir dönüm noktası sayılan 11 Eylül saldırılarından bahsetmek gerekmez mi?
Bu son derece yerinde bir örnek. 11 Eylül belirsizlik üzerinden güvenlik alanının ve buna bağlı olarak devlet-toplum ilişkilerinin topyekûn yeniden organizasyonunu mümkün kıldı. Aslında doğası gereği, ulusal güvenlik devletlerin genişlemesini sağlayan, manipüle edilebilir bir belirsizlik alanı hep vardı. Ama yine de ulusal güvenlik ciddi ve gerçekçi bir risk hesabına dayanıyordu. Önleyici güvenlik mantığını başat hale getiren 11 Eylül ise tamamen belirsizliği ana iktidar stratejisi yaptı. Yani nereden geleceği, kimin tarafından eyleneceği belli olmayan, tamamen belirsizlik fikrine dayalı terör veya terörist imgesi, devletin güvenlik aygıtını ya da idari kapasitesini olağanüstü boyutta artırabilmesini, belirsizliği manipüle ederek ciddi bir korku iklimi yaratabilmesini, bu sayede de korku araçlarını kullanabilmesini mümkün kıldı. 11 Eylül sonrası dönem “elle tutulamaz” belirsiz tehditlerin altın çağı oldu. Bu çağ iktidarlara toplumu yeniden şekillendirme alanı açtı. Kişisel düzeyde risklerden kendimiz sorumlu olurken, kolektif belirsizliğin artması ise otoriter iktidarları güçlendirdi. Tam da bu eğilim nedeniyle örneğin korona virüsü ilk başladığında eleştirel güvenlik üzerine çalışanlar bu tehdidin devletler tarafından abartıldığını söylediler. Çünkü kolektif korku ve belirsizlik hakikaten bir iktidar stratejisi.
İKTİDARLARIN YARATTIĞI ‘TERÖRİST’ İMGESİYLE ‘VİRÜS’ İMGESİ BENZERLİK TAŞIYOR
O halde “terörizmle mücadele” ile “virüsle mücadele” iktidarlar açısından aynı olanakları mı sağlıyor?
İşte tam da yanıldığımız nokta bu bence. İktidarlar tarafından oluşturulan terörist imgesiyle virüs imgesi, birçok açıdan benzerlik barındırıyor. Ama kanımca pek çok açıdan da birbirlerine benzemiyor da. Bu virüsün demokratik bir potansiyeli olacaksa o potansiyelin bir bölümü bu benzemezlikle ilgili.
Ne gibi benzerlikler var mesela?
Hemen bütün devletler, ama özellikle popülist iktidarlar, bu virüsün tıpkı terör gibi kökünün dışarıda olduğunu ve içimizdeki ötekiler tarafından temelde temiz olan toplumumuza bulaştırıldığını iddia ediyorlar. Virüsü getirenler hep yabancılar, hep seyahat edenler. Tıpkı 11 Eylül gibi havaalanları, uçaklar tehlikenin ana mekânları. Tıpkı 11 Eylül gibi korona virüsü salgınında da kimin hasta kimin sağlıklı olduğunu bilmeniz mümkün değil. Dolayısıyla bununla mücadelede, hem kontamine edenlerin belirlenmesi hem “dış uzantılarının” tespit edilerek ilişkilerinin azaltılmasını gerektiriyor. Oysa sınırlarını kapattıkları ülkelere bakın. Kendisinden daha az sayıda vaka olan ülkelere bile sınırını kapatıyorlar. Bu stratejiler “kökü dışarıda olan tehdit” algısı ile doğrudan ilişkili ve terör algısı ile çok benzerlikleri var. Bu açıdan yere tükürenlere, marketlerde hapşıranlara terör yasalarının uygulanmasının istenmesi aslında hiç de tesadüf değil. Bunun iktidarı güçlendirici, ulusal duvarları kalınlaştırıcı, otoriterliği artırıcı bir etkisi elbette olabilir.
.
HEPİMİZ BİRBİRİMİZİN VİRAL ÖTEKİSİYİZ
“Bu virüsün demokratik bir potansiyeli olacaksa o potansiyelin bir bölümü benzemezlikle ilgili” dediniz az önce. Kastınız nedir?
Sıradan bir insan için kendisinin terörist öteki ya da göçmen öteki haline geldiğini tahayyül etmesi çok zor. Bütün belirsizliğe rağmen terörist öteki ya da göçmen öteki ile benim aramda yapıp ettiklerimden kaynaklanan bir sınır var. Oysa virüs söz konusu olduğunda bu sınır ortadan kalkıyor. Ateşiniz çıktığı an “viral öteki” haline geliyorsunuz. Hatta ateşimizin çıkmasına da gerek yok, hepimiz şu an birbirimizin viral ötekisiyiz. Tam da bu, insanları sokağa çıkma yasağı talebini desteklemeye götürüyor. Hepimiz birbirimizden şüphe ediyoruz. Kendimizden şüphe ediyoruz.
Bunun toplumsallığa etkileri ne olur?
Bu, toplumsallığı dinamitleyen, korkunç bir durum. Ve kesinlikle sürdürülebilir değil. İnsanlar giderek bu belirsizlik yerine riskleri bilmek istemeye başlıyorlar. Test yapın, kentleri açıklayın, mahalleleri açıklayın diyorlar. “Bu durumla karşı karşıya kalırsam bana düzgün bir sağlık hizmeti verin” diyorlar. “Bu yüzden işsiz kalırsam devlet zararımı karşılamalı, karşılamıyorsa o zaman devlet niye var” diye soruyorlar. Ben bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu durum ister istemez belirsizlik üzerinden işleyen iktidar tekniklerinin altını oyacaktır. Üstelik bu salgını belirsizlik üzerinden yönetmeye kalkarsanız son derece başarısız olursunuz. Şansa ufak bir alan açsam da, başarısızlık neredeyse garanti diyebilirim. Diğer ülkelerin deneyimi bize bunu gösteriyor.
Ama tam da bu nedenle korona virüsü salgınıyla birlikte toplumlar kendi özgürlüklerinin kısıtlanmasını, devletlerin kendilerini gözetlemesini talep ediyor…
Bence bu nokta son derece önemli. Çünkü insanlar belirsizlik yerine ölçülebilir riski tercih ediyorlar. Naomi Klein, Şok Doktrini kitabında “felaket kapitalizmi” kavramını kullanır. Klein’a göre yönetici sınıflar felaketlerin ortaya çıktığı dönemleri popüler olmayan, toplumsal olarak güçlü bir direncin olduğu ama uzun zamandır kendi gündemlerinde bulunan uygulamaları hayata geçirmek için fırsat olarak kullanırlar.
.
BU DÖNEM GEÇİCİ AMA DEVLETLERİN VİRÜSE KARŞI GÖZETLEME ADIMLARI KALICI
Yani?
Kişisel bilgilerin devletler ve şirketler tarafından toplanması, paylaşılması özellikle Batı toplumlarında çok ciddi bir dirençle karşılaşıyordu. Son yılların özellikle Facebook üzerinden dönen tartışmalarını hatırlarsınız. Bu tarz kişisel veri paylaşımlarının demokrasiye ne kadar zararlı olduğunu konuşuyorduk. Şimdi ise Batı’da bunun tam tersi bir iklim söz konusu. Örneğin Çin’in herkesin genel ve anlık sağlık bilgilerine ve lokasyonuna erişimi sağlayan uygulamalar geliştirmesi Batı demokrasilerinde bile iyi örnekler olarak sunuluyor. Bu uygulamaların ne kadar faydalı olduğu konuşuluyor. Mesela geçen hafta İtalya’da karantina altındaki insanların telefon sinyallerinin izlenmesi, dışarı çıktıkları anda ilgili birimlerin bundan haberdar olması için çalışma yapılması tartışılıyordu. Temelde hiç dışarı çıkamamak ile hasta olan insanları tespit etmek için hepimizin hareketlerini, duygularını ve bedensel durumunu kontrol edebilecek uygulamaları seçmek zorundaymışız gibi bir durum var. Oysa bilinmesi gereken, bu dönemin geçici, ama bu uygulamaların, devletlerin virüse karşı gözetleme adımlarının ise bir kez geldi mi kalıcı olacağı.
Peki bizim buna karşı bir alternatifimiz var mı?
Güven ve sorumluluk üzerinden işleyen bir ilişkiyi, yaşanabilir kentleri, yaygın ve kapsayıcı sağlık sistemlerini talep edebiliriz. Ama bu acil durumu kısa vadede bunlarla çözemeyiz. Dolayısıyla uzun vadeli çıkarlarımızla kısa vadeli çıkarlarımız gerilim halinde şu an.
UZUN VADEDE ‘NİYE YOK’ SORUSU VE BUNA BAĞLI DAYANIŞMA ORTAYA ÇIKABİLİR
Salgının yayılmasıyla birlikte özellikle orta sınıfların marketlere saldırması, hastanelerden maske ve dezenfektanların çalınması, eczanelerin boşaltılması, bu bencillikle aslında başkaları için hayati olan ilacı, maskeyi, ekmeği evlerine depolaması, dayanışma duygusuna, kısa vadeli yerine uzun vadeli çıkarlara odaklanılmasına dair pek de iyi alametler sayılmaz, değil mi?
Aslında bu biraz evvel konuştuğumuz belirsizlik hali, risk yönetiminin tamamen bireyselleşmesi ve ona eşlik eden kontrolcü varoluş tarzıyla yakından alakalı. Herkesin tehditler karşısında kendisini, ailesini tek başına, yapayalnız hissettiği bir dünya bu. Kurumlara, siyasetçilere güvenin azaldığı bir iklim. Salgın yayıldığında, devlete, kurumlara güvenemeyeceğime göre ne yapabilirim? “Evime bir aylık erzak, tuvalet kâğıdı depolamalıyım.” Bu irrasyonel bir davranış gibi görünebilir ama güven duygusunun yokluğu tam da bu tarz irrasyonel davranışları tetikleyebilir. Düşünsenize dışarıda ne olduğunu bilemediğiniz, anlayamadığınız çok büyük bir şey oluyor ve size yardım edebilecek hiç kimse yok. Buradan kısa dönemde bencillik çıkıyor, evet. Ama buradan uzun dönemde “niye yok” sorusu ve buna bağlı bir dayanışma da ortaya çıkabilir. O yüzden kişilerin kriz davranışlarından ziyade, krizi uzun dönemde yönetme, onun üzerine düşünme davranışlarının önemli olacağını düşünüyorum.
Bu, salgın karşısında toplumlarda dayanışmaya gideceğine ilişkin iyimser yaklaşımı destekliyor mu?
Bence olasılıklar açık. Naomi Klein’in felaket kapitalizmi çerçevesi çok fazla iktidar blokunun, yöneticilerin gücünün altını çiziyor. Genel olarak sosyal bilimin otoriterlik okuması, toplumun her zaman yukarıdan dizaynı üzerinden oluyor. Yöneticilerin gücü fazla ön plana çıkarılıyor. Oysa otoriterlik, her zaman karşılıklı bir etkileşime dayanıyor. Dolayısıyla en otoriter iktidarların bile yapabileceklerinin toplumsal sınırları ve o toplumsal sınırların dışında da kalan direniş alanları var. Yönetenlerin gücünü o kadar da mutlak görmemeliyiz. Tıpkı bu krizin yönetici sınıflara bir tür “dijital diktatörlük” kapısı aralaması gibi, aynı anda vatandaşlık geliri, yaşanabilir kentler, doğa-insan dengesi, küresel gelir vergisi gibi hayata geçirilmesi normalde çok zor olan fikirlere de kapı araladı. Bu virüsün bence demokratik potansiyeli bu fikirlerden hangisini seçeceğimiz, hangi patikaya doğru adımımızı atacağımız ile ilgili. Buna iyimserlik değil, aktörlüğe alan açmak diyelim.
KONTROL ETTİĞİMİZİ DÜŞÜNDÜĞÜMÜZ HİÇBİR ŞEYİ KONTROL EDEMEDİĞİMİZİ FARK ETTİK
Tedirginlik Çağı kitabınızda, İsrailli tarihçi Yuval Harari’ye atfen, diyorsunuz ki, “kontrolcü birey, kontrol edemediği bir dünyayla karşılaştığında muhafazakârlığa sarılır. Nitekim muhafazakârlık, kontrolcü liberal bireyin fren pedalına basma çabasıdır.” Kitleler çaresizlikte kendilerini kurtaracak bir güç, bir yönetici, otorite arıyorsa, korona virüsünün yaratacağı toplumsal ve siyasal etkiler konusunda karamsarlığa kapılmak yanlış mı?
Küresel olarak aynı anda, sahip olduğumuz hiçbir şeye sahip olmadığımızı ve kontrol ettiğimizi düşündüğümüz hiçbir şeyi aslında kontrol edemediğimizi fark ettik. Bu duyguyu bizden önce kolektif olarak yaşamış topluluklar var. Örneğin Suriye halkı. Ama o durumun bizim başımıza gelmeyeceği konusunda hep kendimizi ikna edebiliyorduk. Korona virüsü, kişisel veya kolektif tehditlerle baş edebilecek mekanizmalara sahip olmadığımız gerçeğini ortaya koydu. Bu farkındalık bizi dijital otoriterliğe de götürebilir, kolektifin güçlenmesine de. Belki de ikisinin arasında, henüz vakıf olmadığımız başka bir dünyaya. Fakat hâlâ pek çok kişi bu durumun bir komplo olduğunu, virüsün laboratuvarlarda çeşitli nedenlerle üretildiğini düşünebiliyor. Mesela şu an korona virüsüyle boğuşan İtalya’yı, özellikle İtalyan siyasetçilerin hesaplarını takip ediyorum. Hâlâ bu felaketin, İtalya’nın başına özellikle getirilmiş, dış kaynaklı bir komplo olduğunu iddia ediyorlar. Yani kendi kontrol arzusunu ve kontrolü yitirmiş olduğu gerçeğini komplo teorileri ile gidermeye çalışıyorlar.
Böylece insanlar kendilerini, büyük güçler tarafından kaderleri önceden belirlenmiş edilgen ve naçar kişiler olarak mı görüyor?
Tam olarak öyle değil. Aslında komplo teorilerinin mantığında bir tür direniş de var. “Bunlar benim aktörlüğüm dışında başıma geliyor ama ben bunun farkında olduğum için değiştirebilirim. Komplonun farkında olduğum andan itibaren ben artık bir aktörüm.” Böylelikle kontrolü eline almış gibi oluyor. Komplo teorilerine inanmak cehaletle ilgili değil. Uluslararası İlişkiler Fakültesi’nde okuyan öğrencilerimize o güne kadar dünyanın nasıl işlediği konusunda ne anlatmış olursak olalım, büyük meselelerden söz etmeye başladığımızda Rockefeller Ailesi’nin bodrum katında planlanan büyük oyunlardan bahsedebiliyorlar. KONDA’yla komplo teorileri üzerine yaptığımız araştırmada, sosyal medyayı çok kullananlarda, daha iyi eğitime sahip olanlarda, komplo teorilerine inancın çok güçlü olduğunu görmüştük. Çünkü belki de eğitimli/seküler grupların kontrolü tanrıya, dine, kadere devreden insanlara göre çok daha fazla “kontrol etme” ihtiyacı var. Bir de tabii kontrol etme ihtiyacı, paranoya ve toplumun dağıldığı hissi, kurumsal çöküşle yakından ilişkili. Artık kurumların, hatta bilimin söylediklerine güvenemiyoruz. Her şey bir soru işaretiyle birlikte geliyor. Bu şüphecilik toplumsalı dinamitliyor.
Kitabınızda, “ayakta kalabilmek için belirsizliğe tahammül etmemiz gerekir” diyorsunuz. Bu kadercilik değil mi?
Hayır, tam aksine. Belirsizlik karşısında her şeyi kendisinin kontrol edebileceğini düşünen bir varoluş tarzı bizi komploculuğa, otoriterliğe götürüyor. Başınıza her şey gelebilir. Başınıza gelenleri kontrol edemezsiniz. Ama başınıza geldikten sonra nasıl tepki vereceğinizi kontrol edebilirsiniz. Her şeyin önlemini alan, her şeyi önceden düşünen “önleyici birey” anlayışını, devletlerin 11 Eylül sonrası egemen hale gelen “önleyici güvenlik” anlayışına çok benzetiyorum. Tehditleri daha tehditler ortada yokken bulan ve ortadan kaldıran ama bunu yaparken de yakıp yıkmayı ve her tür hak ihlalini mümkün ve hatta gerekli gören bir anlayış bu. Bireylerin belirsizliğe tahammül etmesi, iktidarların belirsizliği manipüle edebilme alanını da daraltacaktır. Fakat elbette, belirsizliğe tahammül edin demek yeterli değil. Bunun kurumsal ve kolektif güvencelerle desteklenmesi lazım. Yani işsiz kaldığımda işsizlik gelirimin olacağını, evsiz kalmayacağımı biliyor olmalıyım.
HERKESİ EVE GÖNDERİRSENİZ, TÜKETİME DAYALI KAPİTALİST SİSTEM BİTER
Dünya çapında insanların çoğunluğu evlerine tıkılmış, sosyal ilişkiler askıya alınmış durumda. Dolayısıyla insanların birbiriyle irtibatlanmasının tek kanalı sosyal medya veya internet. Ama bunun fişi de iktidarların elinde. Bu fiş de çekilirse, ne olacak?
Çok uzak bir gelecekte bunun mümkün olup olmayacağını bilemem, ama şu anki koşullarda, herhangi bir iktidarın bu fişi çekmeye, sosyal etkileşimi ortadan kaldırmaya yönelik girişimlere cesaret edeceğini sanmıyorum. Uzun süreli kolektif bir sosyal izolasyon, herhangi bir siyasal sistemin, en otoriter devletlerin bile bugünkü kapasitesini ve hatta tahayyülünü aşar. Bu iktidarların insana verdiği değerle değil, kapitalist sistem işleyişinin devam etmesiyle de ilgili. Tam da bu nedenle aşağıdakiler karantina diye bağırırken, yukarıdakiler bunu yapamıyor. Herkesi eve gönderirseniz, tüketim üzerinden dönen kapitalist sistem biter. Tüketimi toplumsallık tetikler. Evde oturacaksam neden araba alayım, neden giysi alayım, neden ve nasıl seyahat edeyim? Bu ekonominin bitmesi demek. Ama bundan daha önemlisi bu toplumun bitmesi demek. Biz birbirimizle çeşitli yollardan ilişki kurmaya devam edeceğiz, ilk fırsatta dışarı çıkacağız ve birlikte bir şeyler yapacağız. İçgüdüsel yanımız, belki de özümüz başkalarına duyduğumuz arzumuz. Bizim sorunumuz bu arzuyu yıkıcı bir formda gerçekleştiriyor olmamız.
Virüs yarın ortadan kalksa bile yarattığı tedirginlik ve korku, insanların bilinçaltlarından kolay kolay çıkmayacak…
Elbette, her durumda bu korku artık bunu yaşayanların içine yerleşti. Başka virüslerin de çıkabileceğine dair tedirginlik devam edecek.
Peki bu tedirginliğin üstesinden nasıl gelinebilir?
Bu tedirginliğin giderilmesi bireysel değil kolektif bir mesele olmalı. Herkesi kapsayacak, dahil edecek yaygın, ücretsiz sağlık hizmetlerinin tesis edilmesi korkunuzu giderebilir. Ulusal çözümlerimiz ne olursa olsun, tehdit küresel. O nedenle küresel mekanizmalara olan ihtiyacı dillendirebiliriz. Pek çok insan hem Çin’in sisteminin şeffaf olmasının, hem Amerikan sağlık sisteminin düzgün işlemesinin kendi kişisel sorunu olduğunu fark etti. Bu hissin yaygınlaşması önemli.
İNSAN ODAKLI OLMAYAN, HER ŞEYİ YAKIP YIKAN KÜRESELLEŞME DÖNEMİ BİTTİ
Ama öte yandan devletler sınırlarını kapatmayı öncelikli icraat olarak uyguluyor ve buna destek de var…
Bir kere siyasetçiler bu yolla kendi halklarına, “sizi dış tehditlere karşı koruyor ve her şeyi kontrol ediyorum” mesajı vermek istiyor. Ulus fikrine sarılarak bu meselenin üstesinden gelinmeye çalışılıyor. Çünkü hem yöneticilerin hem de yönetilenlerin elindeki söylemsel ve pratik tek araç bu. Ben hâlihazırda virüsle mücadele pratiklerini elindeki tek anahtarla o anahtarın hiç uymadığı bir kapıyı açmaya çalışan birinin yaptıklarına benzetiyorum. Kapıyı açamayınca da kapıyı kırıyor ve kırdığı kapının yerine bir daha kimsenin açamayacağı bir duvar örmeye çalışıyor. Ama kendisini de içeri hapsedeceğinden ve sonra bunun aslında kendisine zarar vereceğinden o an için haberi yok. Ama bunu fark edeceği bir an gelecek. Yani kısa dönemli tepki kapıyı kırıp, açılamayan bir duvar örmek bile olsa, daha orta vadede ben bunun değişeceğini düşünüyorum. Ama küreselleşme artık hiçbir zaman aynı olmayacak.
Ne olacak peki? Devletler, uluslar tekrar içe mi kapanacak? Bu artık mümkün mü?
Bence insan odaklı olmayan, tamamen piyasanın ve malları hareketine dayalı, önüne çıkan her şeyi yakıp yıkan küreselleşme dönemi bitti. Zaten bitmeliydi. Batı’da yükselen popülist tepki de bu tarz bir küreselleşmeye yönelik yönünü şaşırmış bir itirazdı. Bu tarz küreselleşmeye yönelik itiraz ulusal, milliyetçi bir hattan da, dayanışmacı, dâhil edici bir küreselleşme hattından da devam edebilir. Ama hangisinden devam ederse etsin sınırsız bir piyasacılığa dayanan küreselleşme fikrinin geri gelmesi artık zor.
Küreselleşmenin aktörleri ne olacak peki?
Bence ikinci değişim de küreselleşmenin aktörleriyle ilgili olacak. Kısa dönemde Batı’nın içine kapanacağı ve küresel siyaset liderliğinin Asya’nın eline geçeceği yazılıyor. Bu mümkün. Bir diğer deyişle küresel ve ulusal ayrımında başınıza ne geldiği, hangi coğrafi bölgede olduğunuzla yakından ilgili olabilir. Aslında 1347-1351 yılları arasında dünyada büyük bir yıkıma yol açan kara veba ile korona virüsü arasında bir mukayese yapabiliriz. 1300’lü yıllarda toplumlar küresel değildi ve mobilite çok azdı. kara veba ortaya çıktığında, bırakın küreselleşmeyi, ulus-devletler yerine küçük şehir devletleri hâkimdi. Ama kara veba, Avrupa nüfusunun önemli bir kısmını yok etti. Kapanmanın, izolasyonun bu tür salgınların yayılmasına engel olmadığını tarih de bize gösteriyor. Küreselleşme yokken de bu oldu yani. Küreselleşme ise, bize tam da bir imkân sağlıyor.
1300’LERDEKİ KARA VEBA, DÜNYAYI TAHMİN EDİLMEZ BİÇİMDE DEĞİŞTİRDİ
Nasıl bir imkân?
Bilgiyi standartlaştırabiliyoruz mesela. İnsanlığın kara vebanın ne olduğunu anlaması yüzyıllar alırken, biz şimdi korona virüsünün yapısını, hangi antikorları ürettiğini vs, iki hafta içinde, küresel bilgi paylaşımları yoluyla öğrendik, birbirimize aktarabildik. Sadece virüs değil ama iyi pratikler de küreselleşti. Salgınla baş etme kapasitemizde bu çok önemli bir faktör.
Kara vebanın Avrupa’daki siyasal, toplumsal, ekonomik sonuçları ne olmuştu?
Kara veba İngiltere’ye geldiğinde çalışan nüfusun büyük kısmını öldürdü. Bunun önemli bir sonucu olarak emek gücü kıtlığı ortaya çıktı ve emek değer kazandı. Emek kıtlığı aynı zamanda emeğin hareket etmesine ve köylü isyanlarına sebep oldu. Bu pek çok tarihçiye göre ücretli emeğe geçişi hızlandırdı, onu mümkün kıldı. Ücretli emek kara vebadan kaçan işçilerin niyet ettiği bir sonuç değildi. Ama veba, tahmin edilemeyecek bir biçimde dünyayı değiştirdi. Aslında bir bakterinin aktörlüğünden söz ediyoruz burada.
Yani korona virüsünün aktörlüğünden söz edebilir miyiz?
Kesinlikle. Hemen bütün salgın hastalıklar, felaketler bir yandan kısa vadeli yıkımlara yol açıyorlar ama öte yandan o toplumu oluşturanların o an hiç görmedikleri biçimlerde toplumları dönüştürüyorlar da. Tam da bu nedenle bilinmeyene, tahmin edilemeyene geniş bir aralık bırakmak gerekiyor. Korona virüsünün bu açıdan nasıl sonuçları olacağını şimdilik öngöremesek de, hiçbir şeyin eskisi gibi olmamasına neden olacağını söyleyebiliriz. Fakat bu demek değil ki virüsün yaratacağı sonuçlar karşısında insanlar tamamen edilgen. Fikirler ve insan eylemi bu sonuçları etkileyecektir.
Korona virüsünün herkesi eşitlediğine ilişkin yaklaşımı nasıl yorumluyorsunuz?
Felaketler, toplumun kör noktalarını görünür kılar. Korana virüsü de bizlere ayna tutuyor. Virüs herkese değse de mevcut eşitsizlikler üzerinden yara açıyor. Bu yaralar da nasıl bir toplumda ve nasıl bir sistemde yaşadığımızı resmedip önümüze koyuyor. Korona virüsünün yaşlıları, bağışıklık sistemi zayıf olanları, hastaları veya sağlık sistemine erişimi olmayan alt sınıfları yıkıma uğratması sadece bu virüsün özelliği değil, bu aynı zamanda insan eliyle yarattığımız toplumsal eşitsizliklerin dışavurumu. Bu virüs hepimize dokunuyor ama hepimizi aynı şekilde öldürmüyor, aynı şekilde etkilemiyor! Virüsle mücadele yöntemleri de hepimizi aynı şekilde etkilemiyor. Örneğin virüsün yayıldığı topluluğun özelliklerine göre yaş ortalamaları, ölüm oranları değişiyor. Bu bize toplumlarla ilgili çok şey anlatıyor. Şimdilik salgının ana odağı Kuzey Yarımküre ama Güney Yarımküre’nin daha yoksul bölgelerine virüs yayılmaya başladığında bize bambaşka ve daha korkunç şeyler söyleyecek olmasından korkuyorum ben. Örneğin çok fazla AIDS hastalığı ile mücadele eden çocuğun olduğu Afrika ülkelerinde çocuk ölüm sayılarında artış görebiliriz.
İNSANIN, KENDİ YOK OLUŞUNU SEÇME İHTİMALİ DE VAR
Sizce insanlık, korona virüsü deneyiminden sonra eşitlikçi bir ortaklık kurmaya yönelebilir mi?
Şimdilik bunu öngörmek zor. Ama şunu unutmayalım ki, ulusları bir arada tutan önemli faktörlerden birisi “dış tehditlerdi.” Uluslararası ilişkiler disiplininde ünlü bir benzetme vardır, “bu dünyanın bir şekilde bir araya gelmesini sağlayacak, sınırları kaldıracak şey, uzaylı istilasıdır” deriz. Bunun temel nedeni herkesi aynı anda sınır gözetmeden vuran bir tehdidin ortaya çıkmasının sınırları muğlaklaştıracak olmasıdır. Daha önce de söylediğim gibi, önümüze açılacak patikalardan biri de bu ortaklık olabilir. Uzun dönemde akıllıca olanın, kendi türümüzü sürdürebilmenin yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Ama insanın, toplumlarının kendi yok oluşunu seçme ihtimali de var.
Neden?
Çünkü hepimiz kısa vadeli çıkarlarımıza odaklıyız. Kısa dönemli çıkarlar üzerinden hayatınızı örgütlerseniz, kriz anında yaptığınız ilk şey koşup marketten tuvalet kâğıdı istiflemek olabilir. Hiçbirimizin tek başına uzağı görme kapasitesi yok. Oysa dünyanın geleceği insanların kısa vadeli çıkarlarından feragat edip etmemesiyle, dünyaya uzun vadeli bakabilme perspektifiyle çok ilişkili. Uzun vadeli çıkarımızın ne olduğunu birlikte inşa eden ve bunu yaygınlaştıran hareketlerin gücünü de çok önemsiyorum. Bu salgın başımıza gelmeden önce de bu uzun dönemli perspektife sahip olan, onu yayan pek çok hareket vardı. Örneğin ekolojik hareketler hiç bu kadar haklı olmamıştı. Ortak kolektif güvenlik mekanizmaların önemine vurgu yapan sol hareketler bugün her zamankinden daha fazla haklılar. Ama yine de ben insanın kendi sonunu da seçme kapasitesi olduğuna inanıyorum. Başımıza bunun gelmiş olması bizi otomatik olarak doğru yolu bulmaya itmeyecek.
İrfan Aktan kimdir?
Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.