Eski Başbakan Yardımcısı ve Ankara 2. Bölge Milletvekili Adayı Emrullah İşler Londra merkezli ve Suudi sermayeli El Hayat gazetesine verdiği röportajda Ortadoğu`daki yaşananlarla ilgili Türkiye`nin tutumu hakkında bilgiler verdi.
El-Hayat`ta yer alan röportajın tercümesi şöyle;
Köklü tarihi, dini ve beşeri bağlarımızın bulunduğu Ortadoğu coğrafyasındaki halkların barış ve istikrar ortamı içerisinde yaşaması Türk dış politikasın öncelikli maddelerinden biridir. Gerek sahip olduğumuz çok taraflı köklü bağlar, gerekse bölgede son birkaç yıldır yaşanan gelişmeler, Türkiye`ye doğrudan veya dolaylı etkisi, ülkemizi bölge meselelerinde aktif rol oynamayı tabii kılmaktadır. Bölge barışında en büyük engel olan İsrail-Filistin, ihtilafı başta olmak üzere, Suriye`deki iç çatışma, Husi`lerin darbesiyle bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Yemen, Irak`taki istikrarsız ortam, Mısır yönetiminin ötekileştirişi ve despot tutumu bölgede barışın tesis edilmesine engel olmaktadır.
Ancak tüm bu kriz ortamına rağmen, Tunus`ta başlayan ve literatüre Arap Baharı olarak geçen sürecin uzun vadede barış ve istikrarın tesis edilmesinin önünü açacağını düşünüyorum. Zira yüz yılı aşkın süredir despot ve dış dinamiklerce yönetilen rejimlere karşı halk yerli bir irade ortaya koyarak itiraz etmiştir. Halkların bu meşru talepleri bölge halkına bir direnç kazandırmış ve umudu kırılan nesillere de ümit olmuştur. İşte tam da bu noktada Türkiye`nin söz konusu bu gelişmelere ilham kaynağı olduğunu söylememiz mümkündür. Özellikle Türkiye`nin bir yandan iç ve dış sorunlarını bir bir çözüme kavuşturması ve dünya ekonomisinde hızla yükselen bir ivme kazanması, Müslüman Ortadoğu halklarına ilham vermiştir. Türkiye mazlum halkların tercümanı olmuş ve haklarının savunucusu olmuştur. Türkiye, Suriye`lilere ensar olmuş, Fislitin`li, Somali`li mazlumun sesi olmuştur. Dolayısıyla Türkiye Arap Baharı süreci öncesinde ve bugün olduğu gibi, bölgenin istikrar ve huzurunun sağlanması için gerek bölgesel gerekse küresel ölçekte üzerine düşeni fazlasıyla yapmaya devam edecektir.
Türkiye en son 10 ülkenin ittifakıyla Yemen`de Husilere yönelik başlatılan Kararlı Operasyona destek vererek bölge İstikrarına katkı sunacak her türlü faaliyetin yanında duracağını göstermiştir. Türkiye, bu harekatın ülkede ortaya çıkan iç savaş ve kaos tehlikesinin önlenmesine ve meşru devlet otoritesinin ihya edilmesine katkı sağlayacağına inanıyor.
Yeni Osmanlıcılık fikri 1990`lı yılların başında ortaya atılmış ve AK Parti hükümetleri döneminde Türk-Arap ilişkilerinin giderek yakınlaşan bir seyir izlemesi üzerine tekrar gündeme getirilen bir yanlış algı oluşturma operasyonudur. Dikkat edin 1990`lı yıllarda ülkenin başında Turgut Özal vardı ve halkın büyük desteğini almayı başarmış bir liderdi. Turgut Özal Türkiye`nin o dönemdeki mevcut haliyle devam etmeyeceğine inanan, Tanzimattan itibaren tüm dış politikasını Batıcılık üzerine uygulayan sistemin de değişmesi gerektiğini düşünüyordu. Nitekim Türkiye kuruluşundan o tarihe kadarki en büyük hamlelerini onun döneminde gerçekleştirdi. Ancak ülkenin büyümesini istemeyen ve statükonun devamından yana olan tüm kesimler Özal`a karşı büyük bir propaganda başlattılar. Yeni Osmanlıclık fikrinin onun Cumhurbaşkanı olduğu dönemde ortaya atılması tesadüfü değil, söz konusu propagandaların bir parçasıydı. Zira birileri Türkiye`nin büyümesine ve Türk-Arap ilişkilerinin iyileşmesine engel olmak istiyordu.
Bu konunun AK Parti döneminde yeniden gündeme getirilmesini de bu çerçevede ele almak gerekir. Zira AK Parti dünyanın sadece Batı`dan ibaret olmadığını ve yüzyıllarca bilinçli bir şekilde koparılan Tük-Arap ilişkilerinin yeniden kurulması gerektiğini düşünüyor. İşte buna karşı olan iç ve dış dinamikler yeniden sahneye çıkıp yanlış algılarla ilişkilerin düzelmesini engellemek istiyorlar. Bildiğiniz gibi bu görüşe göre, Türkiye Batıdan istediğini alamadı ve bu nedenle Osmanlının sahip olduğu siyasi sınırlara yöneldi. Yani Türkiye yeniden bu coğrafyalara hakim olmak istiyor. Ancak şunu çok net ve açık bir şekilde ifade etmek isterim ki, Türkiye`nin bölgeye dair hiçbir gizli ajandası söz konusu değildir. Türkiye`nin bölge için tek hedefi ortak tarih, ortak kültür ve kardeşlik esasları üzerinde barışın, istikrarın yeniden tesis edilmesidir. Türkiye sınırların sembolik olduğu, herkesin rahatlıkla dolaşabileceği sınırsız bir İslam coğrafyasını tahayyül etmektedir.
Başta şunu belirteyim ki mevcut şartlarda Türkiye-Mısır ilişkilerinde bir normalleşmeden söz etmemiz mümkün değildir. Türk dış politikasını takip edenler, Türkiye`nin ilkeler üzerinde bir politika anlayışı benimsediğine şahitlik ederler. Türk dış politikasındaki kırmızı çizgi çıkarlar değil, savunduğu ilkelerdir. Dolayısıyla bu ilkelerden vazgeçmesi mümkün değildir.
Bilindiği gibi Türkiye darbelerden çok çekmiş bir ülkedir. Her darbe ülkemizi 10 yıl geriletti ve her darbe sonrasında gerek ekonomi gerekse içtima-i hayatta ciddi travmalardan geçtik. Darbelerin hiçbir ülkeye istikrar getirmediğini tüm dünya tarihi şahittir. Demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin daha çok işlev gördüğü 21. Yüzyılda darbelerin, dikta rejimlerinin yaşama alanı kalmamıştır. Yaklaşık bir yıldır ülkeyi yöneten darbeci Sisi Mısır halkının refahını yükseltecek tek bir projesi var mıdır? Başta ekonomik, sosyal hayat olmak üzere hiçbir alanda ilerleme kaydedilmiş mi? Kahire sokakları temizlenebildi mi? İyiye giden tek bir alan mevcut mu? Tüm bunların yanında Sisi Filistin konusunda attığı adımlarla masum Filistin halkına mı fayda sağlıyor yoksa İsrail`e mi fayda sağlıyor? Ayrıca Sisi 300 bin masum Suriyeliyi katleden Esed`iŞarmelşeyh`teki zirveye çağırmak suretiyle ve dolayısıyla ona bir meşruiyet sağlamaya çalışarak kime hizmet ediyor? Tarihin her döneminde zalim yönetimlere onurlu itirazlarda bulunan Mısır halkının tüm bu sorgulamaları yaptığını düşünüyorum.
Bizim tüm İslam coğrafyasında istediğimiz tek bir şey vardır. Oda, halkların iradesiyle meşru yollarla yönetime gelen sistemlerin oluşması ve halk iradesine dayalı bir yönetim anlayışının hâkim olmasıdır. Dolayısıyla Mısır yönetimi hala sokaklarda bulunan Mısır halkının sesine kulak vermeli, tecrit, baskı ve iftira kampanyalarıyla halkı kutuplaştırma siyasetinden vazgeçmelidir. Zira halk iradesine karşı gelen hiçbir gücün devam edemediğini pek çok tarihi hadise bize mesajlar vermektedir. Burada şunu net bir şekilde ifade etmek isterim ki, bizim Mısır halkıyla hiçbir sorunumuz yoktur. Bizim için Mısır demek sadece İhvan demek değildir. Biz Mısır`ın birliğini, İstikrarını ve refahını savunan darbeci ve statükocu zihniyete karşı olan tüm Mısırlıları kardeşimiz olarak görüyoruz. Mısır`ın İslam coğrafyasındaki gücünü ve önemini biliyoruz. Yine biliyoruz ki, güçlü bir Mısır olmadan İslam coğrafyasında gerçek bir barış ve istikrar ortamının tesis edilemez. Bu nedenle Mısır halkının bir an evvel darbeci zihniyetten kurtulmasını ve Mısır`ın İslam coğrafyasında hakkettiği yere gelmesini temenni ediyorum.
Ülkemizin, Libya`daki krizin çözümüne ilişkin yaklaşımı son derece sarihtir. Biz Libya`daki sorunun ancak diyalog ile çözülebileceğine, sağlıklı bir diyalog sürecinin de Libya`daki tüm kesimleri kapsayıcı bir şekilde yürütülebileceğine inanıyoruz. Bildiğiniz üzere, BM şemsiyesi altında ve Birleşmiş Milletler Libya Özel Temsilcisi BernardinoLeon`un kolaylaştırıcılığında bir diyalog süreci başladı. Türkiye olarak BM`nin çabalarını bugüne kadar destekledik; bundan sonra da desteklemeye devam edeceğiz.
Başlatılan diyalog sürecinin başarıya ulaşması ve gerçek bir çözümün elde edilebilmesi için mutlak ateşkesin sağlanması büyük önem arz etmektedir. Libya bugüne kadar çatışmalardan çok olumsuz etkilenmiştir. Libyalı kardeşlerimiz hayatlarını kaybederken ve insani bakımdan birçok Libyalı çok zor şartlarda hayatlarını idame ettirmeye çalışırken, ülkenin altyapısı büyük zarar görmüş, ülke siyasi ve askeri olarak iki cepheye bölünmüştür. Bugün gelinen aşamada müzakereler başlamışken, silahların patlamaya devam etmesi, sivil havalimanlarının bombalanmaya ve sivil halkın öldürülmeye devam edilmesi ne müzakere sürecine ne de ülkenin geleceğine bir katkı sağlamayacaktır.
Libya`daki kriz, uluslararası toplumun yardımıyla yine Libyalılarca çözüme kavuşturulacaktır. Bu itibarla, Libyalı kardeşlerimizin ülkelerini düzlüğe çıkaracak bir siyasi yol haritası üzerinde anlaşmalarını ve bu yol haritasını uygulamak üzere milli birlik hükümeti kurmalarını temenni ediyorum.
Libya`ya dışarıdan yapılacak bir askeri müdahalenin, ülkedeki sorunun daha da büyümesine ve krizin derinleşmesine sebep olacağını da yine ifade etmek isterim.
Burada özellikle bir başka hususu da dile getirmek istiyorum. Maalesef Libya konusunda Türkiye`ye yönelik ciddi bir dezenformasyon söz konusudur. Özellikle bazı basın organlarında Türkiye`nin radikal gruplara destek sağladığı yönündeki haberler, Türkiye`nin Libya`da oynadığı yapıcı ve olumlu rolü engelleme çabasıdır. Biz mahkeme kararından evvel Libya`yı ziyaret ederek tüm taraflarla görüştük. Mahkeme kararından sonra da tüm taraflarla görüşmeye devam ediyoruz. Zira bizim için esas olan Libya`nın bütünlüğü ve istikrarıdır. Libya`daki hiçbir grubu veya tarafı diğer bir grup veya tarafa tercih etmiyoruz. Çünkü biz Libya`ya baktığımızda petrol kuyularını değil Libya`lı kardeşlerimizle olan tarihi, dini, kültürel ve kardeşlik bağlarımızı görüyoruz.
Suriye`de, 2011 yılı Mart ayından bu yana devam eden ve 300 bine yakın masum insanın hayatına mal olan olaylar, gerek Suriye`nin, gerek ikili ilişkilerimizin, gerekse bölgemizin gündemini yeniden belirlemiştir. Suriye`nin toprak bütünlüğünün ve birliğinin korunması, ülkede akan kanın durması ve Suriye halkının meşru taleplerinin karşılanması yolunda demokratik reform ve dönüşüm sürecinin barışçıl bir şekilde sonuçlandırılması, Suriye`deki gelişmeler karşısında ülkemizin ilk günden bu yana izlediği politikanın temel unsurlarını oluşturmaktadır.
Biz ülke olarak Arap Baharının başladığı günden itibaren halkın iradelerine cevap verilmesi gerektiği tezini savunduk. Ancak maalesef Suriye rejimi 6 ay boyunca dost olarak önerdiğimiz hiçbir tavsiyeyi kabul etmeyip halka karşı kimyasal silah olmak üzere her türlü insanlık suçunu işlemiştir. Olayların üzerinden 3,5 yıl geçmesine ve 300 bine yakın masum insan katledilmesine rağmen Suriye rejimi katliamlarına devam etmektedir.
Esasında Suriye`de üzerinde durulması gereken önemli bir husus da, gerek mezhebi gerekse ekonomik ve stratejik kaygılardan dolayı Suriye`yi adeta küçük bir dünya savaşına çeviren dış dinamiklerdir. Medeniyetin zirvesine ulaştığımızı iddia ettiğimiz, insan hak ve özgürlüklerin tamamen güvence altına almamız gerektiğini beyan ettiğimiz 21. Yüzyılda söz konusu dinamiklerin Suriye`de yaşanan soykırıma sessiz kalması içinde olduğumuz yüzyılın en kara olayı olarak tarihe geçecektir. Maalesef insanlık Suriye`de sınıfta kalmıştır.
Ancak İnsanlık kadar sırf mezhebi kaygı ve ideolojik siyaset anlayışından dolayı asker göndermek dâhil olmak üzere Suriye rejimine her türlü desteği veren İran da Müslüman halkların kalbinden sökülmüştür. İran Arap Baharını fırsat bilerek, 1979 devriminden bu yana İran`ın emperyal bir siyaset anlayışına sahip olduğu, devrimi ihraç etmek istediği ve Şii Hilali projesinden bahseden akademisyen ve düşünürlerin tezlerini doğrulamıştır. En son Yemen`de Husilere her türlü desteği vermek suretiyle ülkeyi adeta bir savaşa doğru sürükleyen İran, Müslüman halkların vicdanını bir kez daha yaralamıştır. İran parlamentosunda Tahran milletvekili olan ve dini lideri Ali Hamaney`e yakınlığıyla bilinen Ali Rıza Zakai, Yemen`in başkenti Sana`nınHusilerin eline geçmesini kutlarcasına sarf ettiği: Üç Arap ülkesi bugün İran`ın elinde ve İslam devrimine bağlı. Sana, İran devrimine katılma yolundaki dördüncü Arap başkenti oldu. İfadesi malumun ilamını en açık şekliyle izah etmektedir.
Gelinen aşamada rahatlıkla diyebiliriz ki, hiç bir Siyonist saldırı İran`ın şu ana kadar İslam dünyasının birliğine, moraline, maneviyatına verdiği zararı vermedi diyebiliriz. İran`ın bu tutumu vicdanlı Şiilerin de kalbini yaralamış ve İran`a tepki göstermelerine sebep olmuştur. Nitekim,Hizbullah`ın kurucusu olan et-Tufeyli İran`ın İslam coğrafyasındaki faaliyetlerinin fitneye sebebiyet verdiğini açıklayarak tüm bağlarını kopardığını açıkladı. Oysa İran Arap Baharının karşı devrim süreci başlamadan önce İslam dünyasının tamamında iyi kötü bir sempatiye sahipti. Irak, Suriye ve Yemen`in başkentlerini harap etme pahasına ele geçirince İslam dünyasının bazı Şii bölgeleri haricindeki her tarafında gönülleri tamamen kaybetti.
Ülkemiz, bir yandan rejimin zulmünden kaçan Suriyelilerin yaralarının sarılması için gerekli insani yardımı sağlamakta, diğer yandan da Suriye`deki ihtilafın en kısa zamanda barışçıl şekilde sona erdirilmesi amacıyla uluslararası toplumla işbirliği ve eşgüdüm halinde girişimlerini ve çabalarını sürdürmektedir.
Suriye`deki ihtilafın barışçıl şekilde nihai bir çözüme kavuşabilmesi için öncelikle, rejimin şiddet ve baskı politikalarına son vermesi ve elini kana bulamış yöneticilerin bir an önce görevlerini terk etmeleri gerekmektedir. Temennimiz, Suriye`deki mevcut altyapıyı ve kamu kurumlarını koruyacak işleyebilir bir demokratik geçiş sürecinin başlaması ve Suriye halkının meşru talep ve beklentileri doğrultusunda, etnik köken, din ve mezhep ayrımı yapılmaksızın tüm Suriye vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerinin eşitlik temelinde anayasal güvence altına alındığı, hür ve demokratik bir sistemin barışçıl bir şekilde tesisiyle sonuçlandırılmasıdır. Türkiye, bu zor dönemde Suriye halkının yanında kararlılıkla durmayı sürdürecek, Suriye`nin ulusal birliği ve toprak bütünlüğünün korunmasını temel hedefleri arasında muhafaza edecektir.