İsterseniz soruyu İran’ın Suriye ve Irak misyonuyla sınırlamayalım. Daha geniş bir perspektif açarak soruyu yeniden soralım: İran’ın İslam dünyasındaki misyonu nedir? Öyle ya Kudüs Orduları Irak ve Suriye’den çok daha öte coğrafyalara ulaşıp ya doğrudan savaşın bir tarafı oluyor ya da eğitip donattığı bir takım örgütleri düşmanlara karşı cepheye sürüyor. Lübnan ve Yemen malum bir süredir İran’ın doğal nüfuz sahası görüldüğü için neredeyse oralardaki misyonu tartışma konusu bile yapılmıyor. Afganistan ve Pakistan’dan Keşmir’e hatta Afrika’nın parlayan yıldızı Nijerya’ya kadar uzanan askeri ve siyasi nüfuz elbette Fars-Şii hegemonyasına hizmet etmesi için tesis ediliyor. Peki, İran askeri ve siyasi nüfuz kurduğu bölgelerde adalet ve merhameti tesis edecek, sömürgecilerin ellerini kesip despotik iktidarlara karşı halkın iradesini geçerli kılacak bir strateji mi izliyor?
Evet, Ayetullah Humeyni liderliğinde hareket eden kadrolar ve halk kitleleri Rıza Pehlevi’nin başında olduğu Şahlık rejimine karşı uzun yıllara yayılan ve ağır bedeller ödeyerek elde ettiği başarıyı “İslam inkılabı” olarak takdim etti dünya kamuoyuna. İslam inkılabı çıkış yıllarında yalın ayaklıların, mazlumların daha veciz ve Kur’ani ifadesiyle dünyadaki tüm mustaz’afların devrimi olarak XX. Yüzyıl dünyasında sahne alıyordu. Sadece “büyük şeytan” Amerika ve “küçük şeytan” İsrail’e değil komünist-sosyalist SSCB’ye, Suudi Arabistan gibi Körfez’deki bütün işbirlikçi petro-dolar şeyhliklerine, Türkiye ve Mısır’daki Batıcı rejimlere de meydan okuyordu İran’daki İslam inkılabı.
Mustaz’aflara Değil Rusya ve Esed’e Hizmet
Ne var ki “ne Doğu, ne Batı” sloganı gibi “ne Şii, ne Sünni, İslam kardeşliği” gibi sloganlar çok çabuk eskidi hatta tersine doğru işlemeye başladı. İran bildiğimiz ulus devletlerden biri hatta mezhep fanatizmiyle takviye edilen kanlı ve çirkin bir bölge despotizmine dönüştü. Tabii ki Halkın Mücahitleri tarafından inkılabın kurmay kadrosuna yapılan yoğun suikastların, Batı ve Körfez ülkelerinin desteğiyle hareket eden Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’la sekiz yıl süren yıkıcı savaşın ve Amerikan ambargosunun bu sapmada büyük etkileri oldu. Ancak İran’da kurulan devlet düzeni sınırlı bazı semboller ve şekiller düzeyinde İslami olmaktan bir türlü öteye geçemedi. Rüşvet ve iltimastan yolsuzluk ve işkenceye her türlü ahlaksızlığın ve zorbalığın merkezine dönüşen İran, İslam coğrafyasına elbette üzerlerine bir karabasan gibi çöktüğü adalet, merhamet, istikrar, şeffaflık, ihraç vd. değerleri ihraç edecek değildi.
İran’ın birçok şehrinde sokak ve meydanlarda uzun bir zamandır “Amerika ve İsrail’e ölüm” sloganları kadar “katil Hamaney, Zalim Hükümet” gibi sloganlarla yankılanıyor. En şapşal yorumlar “sokakları Amerika ve İsrail hareketlendiriyor” tarzına bağlananlardı. Güya anti-emperyalist duruşu sembolize eden ve Amerika-İsrail propagandalarına pabuç bırakmayan bu tutum açık bir yalan ve dezenformasyondan ibaretti. İran devleti uzun yıllardır kendi halkına zulmediyor, yasaklarla kuşatıyor, yolsuzluk ve yoksulluk içinde boğuyor. Devlet yolsuzluğun da zorbalığın da sistematik üssü konumundadı. İdeolojik çerçevesini Şii mollaların çizdiği askeri bir devlet, ülke ve halka acımasızca tahakküm ediyor. Rehber Hamaney’de tecessüm eden kutsal-dokunulmaz devlet ve devlet sınıflarına itirazların bütünü derhal “Amerika ve İsrail’e çalışan casusların fitnesi” damgasını yemektedir.
İran’ın Suriye, Irak ve Yemen’deki misyonunu “Amerika ve İsrail’le savaş” olarak izah eden sapkın ve saptırıcı bir mantık hala tedavülde tutuluyor. Ancak Irak’ta milyonlarca insan öfkeyle “kahrolsun Amerika” ve “kahrolsun İran” sloganlarını eş zamanlı olarak atıyor.
Amerika’dan Ne Farkı Kaldı?
Suriye’deki durum da farklı değil: Rusya ve İran işledikleri cinayet ve yıkım dolayısıyla birbirinden ayrı tutulmuyor. Rusya’yla birlikte Suriye’ye, Amerika’yla birlikte Irak’a katliam, yıkım, tehcir ve büyük acılar getiren İran için rezillik üstüne rezillik yaşadığı sahnelerin perdeleri daha çok açılıyor artık. Emperyalizme ve siyonizme hiç hacet kalmadan İran devleti kendini olabildiğince rezil ve iğrenç karakteriyle ortaya koyuyor.
Güya Kasım Süleymani’nin intikamını almak üzere ateşlenen balistik füzelerle sergilenen fakat birkaç saat içinde basit bir müsamere olduğu anlaşılan devrimci cesaret ortada. Boşaltılan Amerikan üslerine füze atarak alınan intikamın dumanı henüz tüterken Tahran’dan kalkan Ukrayna uçağını içindeki 176 insanla birlikte düşüren İran’ın en üst düzeyde beyanlarla dünyayı nasıl aldatmaya kalktığı da ortada.
Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi Mühendis’in görkemli cenaze merasimlerinden sonra hiç kimse ağzını açamaz, tek bir kişi bile protesto maksadıyla sokağa inemez zannediliyordu. Ancak başta Tahran olmak üzere İran’ın büyük şehirleri Ayetullah Hamaney’in temsil ettiği zorbalık, yolsuzluk ve yoksulluk rejimini en ağır sloganlarla mahkûm ediyor ve istifaya davet ediyor. Aynı günlerde Basra’da, Kerbela’da Haşdi Şaabi karargâhları Irak halkı tarafından yakılıp yıkıyordu. Irak halkı açısından işgal ve katliamlarıyla İran’ın Amerika’dan hiçbir farkı kalmamıştı çünkü. Suriye’deki durum İran açısından şimdilik kudretli gibi gözükse de yakın gelecekte Rusya ve Esed’le işbirliğinin maliyeti en ağır biçimde önüne gelmesi mukadderdir.
Bütün bunlara rağmen Türkiye’de oldukça marjinal fakat sinsi karakterleri ve her türlü kirli-karanlık ilişkiye elverişli olmaları hasebiyle etkin bir İran lobisi olduğunu da belirtmek icap eder. Kimi muhterem edebiyatçı ağabey rolü oynuyor, kimi sufi ve derviş dostu maskesi takıyor, kimi aile danışmanı sıfatıyla sivil topluma yön veriyor, kimileri de aman emperyalizmin tuzağına düşüp de mezhep kavgası yapmayalım türü tiyatrolar oynuyor. Çok şükür ki; İran’ın işgal ve katliamlarını, yalan ve manipülasyonlarını 28 Şubat darbecileri ve Şeytan Ayetleri’nin Türkiye temsilcisi Maocularla mezkûr takiyyeci güruhtan başka hiç kimse savunmuyor, savunamıyor.