Veysel Başçı yazdı(*)
İran’daki monarşi rejiminin son temsilcisi Muhammed Rıza Pehlevi, ülkesinin köylü ve şehirli sınıflarını ve bu sınıflar arasındaki talep farklarını gözetmeden, Batı tipi sekülerleşme ve modernizasyona hız vermişti. Baş döndürücü hızla ilerleyen sürecin sonunda hedeflenen politikaların birçoğu çökmüştü. Saray siyasetinin katlanılamaz ağırlığına bir de kendisi, ailesi ve siyasal elitlerin günden güne artan yolsuzlukları ekleniyordu. Şah, sosyalistlerin, pazar ekonomisini elinde bulunduran gelenekselci tüccarların, dinî ve muhafazakâr çevrelerin desteğini birer ikişer kaybediyordu. Kaybettikçe baskıyı artırıyor, baskı arttıkça sokaklar hareketleniyordu. Saray dışına pek yansıtılmasa da tahtta, sağlık sorunlarıyla boğuşan bir Şah vardı. Ülkeyi sevk ve idare edemiyordu. Kız kardeşi Eşref Pehlevi’nin, sokaktaki protestocuları acımasızca bastırmak için kendisinden ısrarla istediği yetkiyi dahi veremeyecek kadar aciz durumdaydı. Yönetimdeki bu acizliğini, ardı ardına yetkilendirdiği kurmaylarıyla, reform vaatleriyle ve geçiş hükûmetleriyle geçiştiriyordu. Fakat attığı hiçbir adım, hiçbir girişim protestoları bastırmaya yetmiyor, ülkedeki krizi bitiremiyordu. Sonunda 16 Ocak 1979’da bir daha dönmemek üzere ülkesini terk etmiş, Mısır’a doğru yola çıkmıştı. Şah’ın ülkeden ayrılışından 15 gün sonra 1 Şubat 1979’da Air France uçağı, Tahran’a ülkenin birinci adamı olacak Ayetullah Humeyni’yi taşıyordu. Necef, Bursa ve Paris’in Neauphle-Le-Chateau bölgesinde geçen toplam on dört yıllık zorunlu ikametlerin ardından ülkesine dönen Ayetullah Humeyni’yi, Mehrabad Havaalanı ve çevresinde mahşeri kalabalıklar bekliyordu. Uçak henüz havadayken ve ülkeye ineceği dahi belli değilken, uçaktaki Fransız gazetecilerden birisi usulca Ayetullah Humeyni’nin oturduğu koltuğun önüne gelmiş ve tercüman aracılığıyla kendisine şu soruyu sormuştu: “Uzun yıllar sonra tekrar İran’a dönmek size ne hissettiriyor?” Daha İmam unvanı almamış Ayetullah Humeyni’nin cevabı kısa ve netti: Hiç! Bu arada dönem, Ayetullah Humeyni’nin mistik eğilimlerinin zirvede olduğu dönemdir.
Uçaktan inen Ayetullah Humeyni, ayağının tozuyla Beheşti Zehra adlı şehir mezarlığına gitmiş, konuşma yapmak için hazırlanan platforma çıkmıştı. Sağında, ileriki yıllarda Meclis Başkanlığı yapacak sarıksız haliyle Natık Nuri, solunda ise sarıklı kurmayları ve oğlu Ahmed Humeyni ile birlikte o tarihî konuşmasını sade bir berjer üzerinde yapmıştı. Sosyal adaletin bolca vadedildiği, temel ihtiyaçların halka bedavaya dağıtılacağı konuşmanın hemen ardından alternatif sistem ve hükûmet arayışları başlamıştı. Bu tarihî konuşmadan üç gün sonra, Orta Doğu’nun yakın tarihte görebileceği en liberal İslamcı entelektüellerden Mehdi Bazergan, Ayetullah Humeyni tarafından geçici hükûmetin başbakanı olarak atanmıştı. Şah’ın arkasında bıraktığı Şapur Bahtiyar Hükûmeti ise ancak on gün dayanabilmişti. 11 Şubat 1979’da Bahtiyar Hükûmetinin devrilmesiyle ilk devrim gerçekleşecekti. Bu ilk devrimden bir hafta sonra nüvesi sürgünde atılmış, planlaması önceden düşünülmüş İslamî Cumhuriyet Partisi (İCP), artık İmam unvanı da almış olan Ayetullah Humeyni’nin direktifiyle kuruluşunu ilan edecekti. İslam Devrimi’nin idealize ve senkronizasyonu amacıyla kurulacak bu partide, Ayetullah Beheşti, Rafsancani, Cevad Bahoner, Ali Hamanei ve Musevi Erdebili gibi din adamları ile bugün ev hapsinde olan Mir Hüseyni Musevi ve Mehdi Kerrubi gibi İslamcı genç kadrolar yer alıyordu. Parti ideallerini ülkeye teşmil etmek için kurulan İCP’nin öncelikli görevleri arasında yeni bir anayasa hazırlamak da vardı. Anayasayı hazırlayacak konseyin başkanı, İCP’nin de başkanlığını yürüten Ayetullah Beheşti idi. Kum’da İslam hukuku, Hamburg’ta da medeni hukuk eğitimi almış, dört yabancı dil konuşabilen bir isimdi Beheşti. Bu anayasaya, hilafet makamını çağrıştıran, “Velayet-i Fakih” isminde kuvvetler üstü yeni bir erk de eklenecekti. Yasa, yürütme, yargı da bu erkin kontrolü ve tasarrufunda olacaktı. Kurulmak istenen yeni düzenin ve aranan modelin, bin dört yüz yıllık İslam tarihinde örneği yoktu. Hem Şii imamet doktrini üzerine inşa edilerek İslamî olacaktı, hem de cumhuriyetle süslenecekti! Birden fazla ayak bir pabuca sığdırılmaya çalışılıyordu. Ulus devlet modeline ise dokunulmayacaktı, o kırmızı çizgiydi. Batı karşıtı İslamcı kadroların, Batı'da şekillenmiş cumhuriyet ve ulus devlet modellerini bu denli sahiplenmesi ve bu modeller üzerinden sistem arayışına girmesi ilk ve en büyük paradokstu. Bu paradokslarla yukarıdan aşağıya bir nizam dizayn ediliyordu. Şii dünyası içinde yenilikçi ulemanın gelenekselci ulemaya karşı bir zaferi de olan bu yeni nizamın şekilleniş sürecinde sadece İran içindeki ulema ve dini mercilerden değil, İran dışındakilerden de görüş istenmişti. Velayet-i Fakih’in işleyiş biçimine dair en liberal teklif, Iraklı Şii din adamı Muktada Sadr’ın amcası ve kayınpederi Ayetullah Muhammed Bakır es-Sadr’dan gelmişti. Sadr, yönetimin en üst kademesi olacak Velayet-i Fakih erkinin, altı üyelik bir konseyden oluşturulmasını, ülkeyi de bu konseyin yönetmesini teklif etmişti İranlılara. Ancak onun bu teklifi bizzat İmam Humeyni tarafından reddedilecekti. Sadr’ın teklifine kısaca, “İki bin beş yüz yıllık şehinşahlık sistemine bakarsa, İran halkının tek adam yönetimlerine alışık olduğunu görür,” demişti İmam Humeyni. İçeride de Sadr gibi düşünen din adamları yok değildi. Bunların başında da Ayetullah Talagani geliyordu. Talagani, liberal düşüncelere sahip din adamlarını temsil ediyordu. Tahran’daki cuma hutbelerinde ülkenin anayasasına dahil edilmek istenen Velayat-i Fakih teorisini, ülkeyi teokrasiye götürür diye açıktan eleştiren bir isimdi Talagani.
Sistem arayışları hızla devam ederken ikinci devrim de kısa sürede gelmişti. 31 Mart 1979’da İslam Cumhuriyeti, halk oylamasına sunulacaktı. yüzde 97,5 oranında katılımın olduğu, yüzde 98,2 oranında da evet oyu verilen İslam Cumhuriyeti referandumu, İran’daki İslamcıların asıl devrimiydi. Devrimin taçlanışıydı. Tek partili teokratik bir sistem için halktan alınmış bir vizeydi. Yani İslami rejim, öyle sanıldığı gibi sokaklardan değil, meşru bir sandıktan çıkmıştı. Bu referandumu sadece Ulusal Demokratik Cephe, Halkın Fedaileri, İran Kürdistan Demokrat Partisi, İran Kürdistan Komala Partisi ve Peykar adlı muhalif gruplar boykot etmişti. Tudeh ve Halkın Mücahitleri gibi sol tandaslı hareketler de dahil olmak üzere, milliyetçi, liberal ve demokrat, birçok siyasi parti ve örgüt bu referandumda, “ülkenin bekâsı” için evet demişti. Keyhan gazetesi, devrim niteliğindeki bu referandumdan sonraki gün, İmam Humeyni’nin, “Bugünden itibaren İran Rejimi, İslami Cumhuriyettir” sözünü manşetten duyuracaktı. Sistem artık İslam Cumhuriyetiydi. Atı alan Üsküdar’ı değil belki ama Farsça atasözündeki gibi, “eşek köprüden geçmişti.” Aynı yılın kasım ayında patlak veren ABD’nin Tahran Büyükelçiliği baskını, nasıl bir rejim ve nasıl bir iktidar tahayyül edildiğinin işaret fişeğiydi. Sandıkta ilk şoku yaşayan demokrat devrimciler ve liberal kesimler, ikinci büyük şoku büyükelçilik baskınında yaşayacaktılar. Neyse ki baskın, elçiliğin siyah ve kadın çalışanlarının, İmam Humeyni’nin jesti sayesinde serbest bırakılmasıyla bir nebze olsun yatıştırılmıştı. Ama devam ediyordu. Bu uzun rehine olayına itiraz eden liberaller, önceki rejimden kalanlarla hesaplaşıldığı gibi erken tasfiye edileceklerdi. Örneğin Ayetullah Talagani, elçilik baskınından günler önce öldürülecekti. Seçilen ilk Cumhurbaşkanı Beni Sadr, İCP’lilerin iktidar hırsına direnerek, diğer parti ve kesimlerin desteğini almış olsa da ülke artık birinci adamla İCP'nin kontrolünde sayılırdı. İCP tüm devlet kurumlarını birer ikişer ele geçiriyor, ideolojisini adım adım uygulamaya koyuyordu. Buna karşılık, kimi muhalif örgütler silaha sarılmıştı. Ülkeyi kendi perspektifinden dizayn etmeyi sürdüren İCP’nin üst düzey kadroları siyasi suikastların hedefindeydiler artık. Kaos, karmaşa, siyasi suikastlar, ülke sancılı bir süreçten geçiyordu. Bir yandan idamlar ve iç hesaplaşmalar yaşanıyordu. Öte taraftan devrimin ideologlarından Murteza Mutahhari gibi isimler farklı İslamî yorumlara sahip “Furkan” grubu tarafından bir gece yarısı sokak ortasında öldürülebiliyordu. Siyasî faaliyetlerden geri kalmak istemeyen birçok din adamı da kurşunların hedefindeydi. Bu arada, İCP’li genç komitacılar, Tahran caddelerinde motor üzerinde devriye atarken Devrim Muhafızları yapılanmasını konuşuyor, ilk kadrolarını da oluşturuyorlardı. Ülke düşük yoğunluklu bir iç savaş yaşıyordu. Yeni rejimin farklı etnik ve sınıfsal gruplarla hesaplaşması Kürtler, Araplar yahut Beluçlarla başlamayacaktı. İlk bastırılan etnisite, Türkmen köylülerdi. Devrimden bir yıl sonra Halkın Fedaileri Örgütü'nün Türkmen-Sehra’da örgütlediği köylü ve emekçi direnişçilerin silahlı ayaklanması kanlı bastırılmıştı. Şir Muhammet Direhşendey-i Tumaç, Abdülhakim Mahtum, Tuvvak Muhammed Vahidi ve Hüseyin Curcani gibi Türkmen liderler, “Devrim Kasabı” lakaplı Ayetullah Halhali’nin fetvasıyla kurşuna dizilmişlerdi. Bu arada Türkiye'deki oteller farklı silahlı grupların çatışmasından ve ülkede kurulmak istenen yeni rejimden kaçanlarla dolarken, Tahran otelleri de İslami devrim heyecanını yaşayan farklı ülkelerden gelecek İslamcıları ağırlamak için hummalı bir hazırlık içerisindeydiler. Ülke alan kapmaca ve iktidar kavgalarıyla boğuşurken, 1980 yılının Eylül ayında İran-Irak savaşı patlak vermişti. Savaş İCP’li devrimciler için “Allah’ın bir lütfuydu” zira onunla hem kültürel devrim ülküsü dikte edilecek hem de toplumun konsolidasyonu daha rahat sağlanacaktı. İlkin, patlak veren savaşı barışçıl yöntemlerle çözmek isteyen Cumhurbaşkanı Beni Sadr azledilmişti. Tutuklanacağını anlayınca iddia edildiği gibi kadın kıyafetleriyle değil, askerî kıyafetlerle ülkeden kaçmak zorunda kalmıştı. Tasfiye edilen sadece Beni Sadr değildi elbet. İmam Humeyni’nin devrimci yoldaşları İbrahim Yezdi ve Sadık Kutbzade gibi isimler de tasfiye edilenler arasındaydı. Devrim içeride, “biz böyle bir sistem için yola çıkmadık” diyen kendi öz çocuklarını teker teker yemekle meşguldü. Bu hengamede birileri de devrimi başka ülkelere ihraç etmenin derdindeydi. Komşu ülkelerin yakından bildiği “Yeşil Devrim İhracı” projesinin başındaki isim, İmam Humeyni’nin halefi olmasına kesin gözüyle bakılan, Velayet-i Fakih’in teorisyenlerinden Ayetullah Muntezeri idi. Günler, Muntezeri’nin isminin duyulduğu zaman yüksek sesle salavatların çekildiği, beri taraftan savaşın şiddetini artırdığı günlerdi. Savaşın şiddetlenmesiyle birlikte birçok silahlı muhalif örgüt, zamanla halk tabanını kaybedecek, marjinalleşecekti. Ortak düşmana karşı bilenen halk, Halkın Mücahitleri Örgütü’nün Saddam’ın tankları üzerinde kendi halkına kurşun yağdırmasını asla affetmeyecekti. Örgüt hızla halk desteğini kaybediyor olsa da etkili eylemlerini devam ettiriyordu. Savaş koca bir yılını geride bırakmıştı. Ancak ülkedeki kaos ve şiddet eylemleri hız kesmeden devam ediyordu. 28 Haziran 1981’de İCP binasında patlatılan bomba, siyasi arenada kurşuni bir etki yaratmıştı. Siyaseti yeniden şekillendirecek bu patlamada ölen yetmiş iki kişi arasında Ayetullah Beheşti de vardı. Beheşti’nin kaybı, siyasî nüfuz ve etkinlik açısından Rafsancani’yi bir anda ülkenin ikinci adamı konumuna taşıyacaktı.
Devam edecek…
Dr., Bağımsız Araştırmacı
Kaynak:Gazete Duvar