Sait Alioğlu yazdı;
Tarih boyunca, çeşitli coğrafyalarda, birçok devletin kendi aralarında, bölgesel ittifaklar içerisinde bulunduğu görülmüştür. Bu ittifaklar, çoğu kez, her devletin -halkıyla birlikte- önemli bir konuma gelmesi, o konumunu koruyup pekiştirmesi şeklinde tezahür ettiği gibi, birçok saikten hareketle diğer devletin de çıkarlarını kendi çıkarlarıyla tevlit etme biçiminde olagelmiştir.
Küresel konumu itibarıyla emperyalist içgüdülerle hareket eden birden çok devletin; kendisiyle aynı konumlarda bulunan devletlerle ilişkisi ya kazan kazan ilkesine dayanmakta, ya da biri diğerinin zaaf noktasını bulma yoluyla, onu o alanda tabiri caizse sınıfta bırakma çabalarının ağır bastığı görülür.
Bir de emperyalist konumunun yanında, ilişki içerisinde bulunduğu devletin, gelişmekte olan, zayıf, ya da oldukça zayıf konumda bulunması durumunda ise, birçok insani ilkenin ve hatta uluslararası hukukun bile es geçilerek, güçlünün zayıfı alt ettiği ve kendi güdümünde tutmaya çalıştığı da görülen ve bilinen vakalardandır.
Ne iki küresel güç birbirine, hiç yoktan lütufta bulunurdu ve ne de zayıf olanın ezilmemesi diye bir kaygı taşınırdı. Bu işin doğrusu ancak, farklı hallerde kendine yer bulabilirdi. Zaten tarih boyunca da, işler hep böyle yürümüştü. Bu hallerin istisnası da yok değildi dersek, bu da tamamen yanlış olurdu.
Kendi bulunduğu bölgesi, hinterlandı, etnik ve mezhebi yapısı ve bu yapıyı oluşturup koruyan felsefi/ideolojik durum, bunların üzerinde sabitlendiği bilinen ontolojiye bakıldığında; yine birçok alanda, birbirinden tamamen ayrı politikalara tekabül etmesine rağmen, çoğu kez aynı kulvarda ve noktada birleşen ender ülkelerden ikisinin İran ve Suriye olduğu söylenebilirdi.
Geleneksel Şii hinterlandı ve Şii hilali bağlamında, İran’ın Irak üzerinden Suriye’ye, daha açıkçası Biladu’ş-Şam’a, yani Suriye üzerinden Akdeniz’e açılma stratejisi, bir zamanlar hayali Turancı bir mantıkla kotarıldığı izlenimi veren ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” konsepti içerisinde somutlaşması beklenen yaklaşımdan daha gerçekçi, daha kimlikçi ve daha kalıcı bir yöne sahipti.
Şah İsmail ve taifesinin İran toprağını yurt tutup oraları büyük oranda Şiileştirdiği döneme kadar uzanan ve temelinde, maddi çıkar beklentilerinden ziyade, salt mezhebi konumun belirginlik kazandığı dönemden, Arap baharı ve dolayısıyla da, oluşan havanın Suriye’deki rejimi olumsuz etkilediği bir vasatta bakıldığında, derinliği gözlemlenebilen İran-Suriye bölgesel ittifakı üzerinde kafa yorulacak yegâne mevzulardan bir mevzun olarak, ilişkiler ağında hak ettiği yeri alacaktır.
Bundan dolayı Turan’da gerek geleneksel açıdan olduğu üzere modern açıdan Türklük/Türkçülük, onun yanında çerezlik kabilinden İslam ve belki de Hanefilik üzerinden yürüyecek olan, gerçeklikten soyutlanmış bir dini söylemle birlikte, maddi planda stratejik konum açısından diplomatik, kültürel, toplumsal ve doğal olarak da kaynak ilişkileri söz konusu olacaktı.
Zaten bu da, Türkî devletlerin çoğu için ise, Avrasya ve Rusya faktöründen ötürü de kısır kalacaktı. Nitekim de öyle olmuştu.
İran Suriye ilişkisi ise, içeriği açısından, salt diplomatik, maddi doneleri bulunduruyor olsa da, sonuçta, İslam tarihi içerisinde kendine hatırı sayılır bir yer edinmiş olan Şii düşünce, hareketi ve yaşantısı üzerinden, birbirinden farklı etnik ve kültürel donelere sahip olmasının yanında, kendilerini çevrelemiş olarak görüp, enterne etmek istedikleri Sünni dünyaya meydan okuma açısından ötürü, birçok yakınlaşmadan daha gerçekçi ve bir o kadar da üstesinden gelinmesi bir hayli zor görülen bir vasata tekabül etmektedir.
İran’la Suriye arasında öteden beri var olan ilişki ve ittifak, 2011 Arap baharı dolayısıyla, Suriye’de azınlık Nusayri yönetimine karşı, Sünni çoğunluk adına verilen mücadele karşısında; bölgesel bir güç olan ve “de fakto” bir şekilde, kendine denklemde yer bulan Hizbullah’ın da dâhil olduğu bu bölgesel ittifak ile ilgili olarak birçok makale ve araştırmaya dayalı kitap çalışmaları da bulunmaktadır ve bu konu önemini muhafaza ettiği sürece, daha birçok çalışmada yayımlanacaktır.
Böyle bir çalışma, araştırmacı sıfatıyla Yusuf Korkmaz’ın kaleminden çıkmış bulunan ve Matbuat Yayın Grubu tarafından 2015 yılı içerisinde yayımlanmış bulunan “İran Suriye Bölgesel İttifakı ve Arap Baharı Sürecine Yansıması” adlı eserdir.
Yazar, kitabının takdim bölümünün bir yerinde şöyle demektedir; “İran-Suriye bölgesel ittifakı, Ortadoğu dengelerinin anlaşılabilmesi açısından hayati öneme sahiptir. İttifak, Irak’ın işgali ve Hizbullah’ın Lübnan’da giderek etkinliğini arttırmasında yalnızca iki ülke arasında bir ilişki olmanın çok ötesine geçmiştir.
Bugün Ortadoğu’da yerel, bölgesel ve küresel ölçekli dönen bütün siyasi hesaplar, bir şekilde bu ittifakı dikkate almak ve bu ittifaka göre muhasebe yapmak zorundadır.” Diyerek, bir gerçeğe parmak basmakta ve külli bir analizi gerekli kılmaktadır.
Kitaba bir göz attığımızda, içerdiği konular açısından, olayı ve ittifakı anlamamız açısından gerekli olan ana hatlar ve kavramsal çerçeve deneyimi yapmakta; sonra, 1979-2001 yıllarını kapsayan İran devriminden 11 Eylül’e kadar İran ve Suriye ilişkilerini; yine, 2001-2010 yıllarını kapsayan, 11 Eylül’den Arap baharına kadar İran Suriye konusunu ve son olarak da, bu ittifakın Arap baharı sürecine yansımalarını konu edinmektedir.
Burada yazarın da başvurduğu üzere, konuyu tüm teferruatıyla anlamak açısından, her iki ülkenin tarihi süreçteki yerine ve konumuna ağırlık vermek gerekir. Özetle belirtirsek, Suriye, Albert Hourani’nin de belirtmeye çalıştığı üzere; “Suriye tarihinin büyük bir bölümünde kendisinden daha büyük bir imparatorluğun bir parçası, hatta sınırı…” (1) olagelmiştir.
Bu tespit bize, Suriye’nin kendine has özel konumu ile birlikte, kendi başına bir şey yapamama, bunun yanında, adeta, imparatorlukların etki alanında hiç olmamışlar gibi, geçen yüzyılda, tarihi kökleri İslam’ı da aşacak oranda ileriye sıçrama ve bir megalo idea psikolojisiyle örtüşük “Büyük Suriye” hayalinin de alt yapısını sunmaktadır.
İşin İran cephesine baktığımızda ise, kendilerine eskilerden bir kök ve damar arama çabalarını, yerine göre Sasani öncesine götürmekle birlikte, Şiiliği, kendine has yapısallığına koşmak adına, eskiden beri var olan donelerle mezcetme gibi bir davranış içerisine girildiği de söylenebilirdi.
Bunu, şimdilik anlamlandırma ve geçmişe de gerekirse atıf yapma adına, milli kimliğin Şiilik temelinde şekillenmesi, aynı zamanda dini/mezhebi unsuru, millilik adına bir kimlik kurucu öge olarak kullanması, zahiren onu İslam’la özdeş kılıyor görünüyordu. Safeviler’den bu yana, Sünni dünyaya karşı bir üstünlüğü ve hıncı yansıtan bir temele dayanmakta ve “Ben de Arabım, ama Sünni Araplar gibi değilim, kavi, yani sağlam bir temelim var!” imajını öne çıkarmaktadır.