Gündemin hayhuyu ruhunuzu daralttığında denemelere sığınmak iyi bir kaçış yolu olabilir. George Orwell, benim favori deneme yazarlarımdandır; onun denemelerini kurgu romanlarından daha çok severim. Dili berrak ve akıcıdır. Kayırmayı sevmez, kimseye bol kepçeden övgüler dizmez. Eleştirileri sağlamdır ama kimseyi mesnetsiz eleştirmez. İster evrensel, ister yerel ve ister kişisel olsun bütün meseleler onun ilgi alanına girer. Hepsinin üzerine büyük bir ciddiyetle eğilir. Kalemini siyasal, sosyal ve edebi tartışmalara zevkle daldırır ve doğru bildiğini söylemekten asla geri durmaz.
Geçen yıl ?Faşizm Kehanetleri? (1) başlıklı kitabını okudum. Kişiler ve olaylar arasında gidip geldim, düşüncelere dalıp gittim kitabı okurken. Orwell ile birlikte milliyetçilikten Gulliver´in eleştirisine, faşizmden Hitler´e, Wells´in dünya devleti görüşünden savaşın yıkıcılığına kadar uzun bir seyahate çıktım. Pek ikna olmasam da İngiliz mutfağının ne kadar zengin (!) olduğunu öğrendim. En iyi çayın nasıl demleneceğinin sırrına vardım; çaysız bir hayat tasavvur edemeyen benim gibi biri için paha biçilmez bir bilgiydi bu. Faşizm Kehanetleri´nden çıkardığım birçok not var. Nasip olursa onları ilerde paylaşırım.
?TİKSİNDİRİCİ BİR ŞAHSİYET?
Şimdilerde ise önümde Orwell´in Türkiye´de ?Dali´den Karakurbağasına Bazı Düşünceler? (2) ismiyle yayınlanan kitabı duruyor. Yine düşünsel bir ziyafet sunuyor Orwell okurlarına. Hayata dair bütün mevzulara ustalıkla dokunuyor yine. Hiçbir ideolojinin, hiçbir politik önceliğin baharın gelişindeki güzelliği görmemizi engelleyemeyeceğini anlatıyor. Salvador Dali´nin hayatının iki tarafını ortaya koyuyor. Bir taraftan onun muazzam bir ressam olduğunu teslim ediyor. Diğer taraftan da onun ?tiksindirici bir şahsiyet olduğu gerçeğini? söylemekten kaçınmıyor. Savunucularının Dali´ye ?ruhban sınıfına özgü bir tür ayrıcalık tanınması? isteğine karşı çıkıyor.
Marakeş´in insanı ve yaşamı hakkında keskin gözlemler aktarıyor bize Orwell. Yoksulluğu tasviri, yüreği dağlıyor. İyi bir pub´ın sahip olması gereken on özelliği sıralıyor. Ve artık böyle pubların olmamasından ötürü de dertleniyor. İspanya İç Savaşı üzerinden entelektüellerin savaş dönemlerindeki rollerini sorguluyor. ?Entelijensiyanın faşizme karşı en çok yaygara koparan kesim olduğunu ama zora geldiklerinde önemli bir bölümünün yenilgiyi hemen kabul etme gafletine düştüklerini? örneklendiriyor. O günlerde yaygınlaşan merkezi ısıtmaya karşı çıkmayı anlamsız buluyor. Bununla birlikte her evde ya da dairede ev ahalisinin başında toplanacağı bir şöminenin bulunması gerektiğini savunuyor.
?SOLCULARIN ASIL GÜNAHI?
Daha birçok konu var Orwell´ın değindiği. 19. yüzyılda sporun bir saplantı haline gelmesini ve spor ile milliyetçilik arasındaki bağlantıları ele alıyor. Bilimin kıymetten düşürülmesinin de fetişleştirilmesinin de tehlikeli olduğuna dikkat çekiyor. Edebi bir iddia taşımayan ve ?iyi kötü kitap? olarak anılan kitapların kalıcılığının sebeplerini tartışıyor. Arthur Koestler´i hem edebi hem de siyasi bir eleştiriye tabi tutuyor. ?1933´ten sonra bütün solcuların asıl günahının anti-totaliter olmadan anti-faşist olmak istemeleri?olduğunu belirtiyor ve Koestler´in eserlerini de bu bağlamda ciddi bir eleştiri süzgecinden geçiriyor.
Orwell´in bütün denemelerinde kısa, öz ve çarpıcı bir anlatım var. Okuduğunda herkes bu denemelerden birini veya birkaçını kendine daha yakın hissedebilir. Beni bu kitapta en çok çarpan ?İntikamın Ekşi Tadı? başlığını taşıyan deneme oldu. O nedenle bundan biraz daha ayrıntılı bahsetmek isterim.
?GERÇEK DOMUZ BU!?
Orwell, 1945´in başlarında Güney Almanya´da savaş tutsaklarının tutulduğu bir kampa gazeteci olarak gider. Kamptaki rehberleri, ABD ordusunun tutsaklarının sorgulanmasıyla görevli birimine gönüllü olarak katılmış Viyanalı bir Yahudi´dir. Ufak tefek ve 25 yaşlarında olan rehber, siyaset hakkında sıradan bir Amerikan subayından çok daha fazla bilgilidir. Dolayısıyla Orwell onunla birlikte vakit geçirmekten büyük keyif alır.
Rehber, Orwell´ı önce hücrelere, ardından diğer tutsaklardan tecrit edilen SS subaylarının tutulduğu bir hangara götürür. Subaylardan birinin durumu çok kötüdür. Yüzünü koluyla örtmüş, sırt üstü uzanmış subayın ayakları tuhaf ve korkunç bir şekilde deforme olmuştur. Ona yaklaştıkça rehber giderek daha fazla heyecanlanıp sinirlenir. ?Gerçek domuz bu!? der Orwell´a ve ağır asker postalını yerde yatan subayın çarpılmış ayaklarından birine var gücüyle indirir. ?Ayağa kalk domuz? diye haykırarak adamı uyandırır. Subay sendeleyerek ayağa kalkar ve hemen beceriksizce hazırola geçer.
Rehber, Orwell´a subay hakkında bilgi verir. Onun kurulduğu günden itibaren Nazi partisinin bir üyesi olduğunu, toplama kamplarının sorumluluğunu üstlendiğini, idamları ve işkenceleri yönettiğini söyler. Rehber bunları anlatırken Orwell da subayı süzer. Karşısında, diğer bütün tutsaklar gibi çelimsiz, aç, tıraşsız, donuk ve tedirgin bakışlarla kendilerine bakan biri vardır.
?Yahudi´nin onun hakkında anlattıklarının hepsi gerçek olabilirdi, büyük olasılıkla gerçekti de. Zihinlerde hüküm süren Nazi imgesi, yıllardır mücadele ettiğimiz korkunç canavar, karşımda duran bu perişan zavallıya dönüşmüştü. Oysa cezalandırılmaya değil, psikolojik tedavi görmeye ihtiyacı vardı bu adamın.?
Arkasından rehberinin diğer SS subaylarını aşağılayan başka davranışlarına da tanık olur Orwell. Rehberini izler ve onun eline geçirdiği bu yeni iktidardan keyif alıp almadığını kendine sorar. Nihayetinde Yahudi´nin bundan gerçekte keyif almadığına karar verir.
?İNTİKAM DİYE BİR ŞEY YOKTUR?
Peki, Yahudi rehberi bu şekilde davrandığı için kınamak ya da suçlamak mı lazım? Orwell, Nazilerden intikam almak isteyen Almanları veya Yahudileri suçlamanın mantıksız olduğunu ifade eder. Onların başlarından nelerin geçtiğini ve neler hissettiklerini dışarıdan bakanların bilmelerinin ve anlamalarının imkânı yoktur. Mesela büyük olasılıkla bu rehberin ailesinin tamamı Naziler tarafından katledilmiştir. Kaldı ki, bir tutukluya sinirle atılmış bir tekme ile Hitler rejiminin işlediği dehşet suçlarını birbiriyle karşılaştırmak da akıl kârı değildir.
Zaten Orwell da orda değildir; karşılaştığı tablo onu intikamın gerçekte mümkün olup olmadığını düşünmeye sevk eder. Onun asıl derdi budur.
?Şahit olduğum sahne ve Almanya´da gördüğüm başka şeyler bana intikam ve cezanın çocukça bir hayal olduğunu düşündürdü. Açıkçası, intikam diye bir şey yoktur. İntikam, güçsüz olduğunuzda ve güçsüz olduğunuz için kalkışmak istediğiniz bir eylemdir; acizlik hissi geçer geçmez intikam arzusu da onunla buharlaşır.?
?BU KURŞUNLAR BEŞ OĞLUM İÇİN?
İkinci Dünya Savaşı´nın ilk yıllarında Hitler bütün Avrupa´yı kasıp kavururken SS´lerin aşağılanması ve tekmelenmesi fikri, kuşkusuz herkesi mutlu ederdi. Ancak Orwell´a göre, bu fikir eyleme döküldüğü anda ?acınası ve iğrenç bir şeye dönüşür.? Dönemin gazetelerinde bir haber yer alır. Haberde Mussolini´nin cesedi halka teşhir edilirken yaşlı bir kadının tabancasını çıkarıp cesede beş el ateş ettiği ve ardından ?Bu kurşunlar beş oğlum için? dediği anlatılır.
Orwell, bunun gazetecilerin uydurması mı yoksa gerçek bir hikâye mi olduğunu bilmez. Eğer gerçek ise, kadının yıllar önce yapmayı düşündüğü şeyi yapıp beş el ateş ettikten sonra ne kadar tatmin olduğunu merak eder. Çünkü kadının, Mussolini ´ye ateş edebilmesi için Mussolini´nin ölmüş olması gerekiyordu. Kadın ancak cesede ateş edebilirdi. Peki, bir cesede beş kurşun sıkmak, beş evladın acısını dindirir mi? Kadının intikam duygusunu tatmin eder mi?
Orwell´ın cevapları olumsuzdur. İntikam adına yapılan eylemler aslında insanı tatmin etmez. İnsan sadece tatmin olduğunu düşünür. Bir süre geçtiğinde insan aslında intikamın alınabilir bir şeye olmadığı çıplak gerçeğiyle yüz yüze kalır. Bunu öngörememek ise başımıza yeni ve muhtemelen daha ağır dertler sardırır.
Benden bu kadar, gerisini Orwell´dan okuyun?