İnsanlar ve âletler

Süleyman Seyfi Öğün yazdı;

İnsanlar ve âletler

Gâliba pek çok şey Marx’ın kafa emeği ile kol emeği arasında yapmış olduğu bir ayırımda karşılığını buluyor. Burada değersel bir temellendirme yatıyor. Biraz da Engels’in ayartmasıyla Aydınlanma’nın rüzgârına kapılmış olan Marx, insana yakışan durumun, kol emeğine ve esasta tabiata olan bağımlılığın sona erdirilmesi olduğuna kanâat getirmişti. Kapitalist ilişkiler üzerine yükselen sanayi medeniyetinin, içerdiği tekmil olumsuzluklara rağmen bu geçişin fırsatlarını sağladığını düşünüyordu. Sosyalizm, kapitalizmin çarpıklıklarını giderecek, üretici güçlerin önünü açacak; nihayette ise onun üst aşaması olan komünist evrede insan serâpa kafa emeğinin hüküm sürdüğü bir gelişmeyi idrâk edecekti. Arkadaşı Engels, Anti Dühring’de, o evreyi insanın zihinsel ve duygusal şubelerinin tam kapasite çalıştığı bir evre olarak selâmlıyordu.

Târihçi Weber, bir başka zâviyeden kapitalist birikim ile püritan ahlâkı eşlendiriyordu. Buna göre, hayâtı ve dünyâyı bir sürgün yeri olarak horlayan püritanlık, çalışmayı, İlk Günah ve İsâ’nın acılarını idrâk etmek bâbında çilenin bir parçası olarak değerlendiriyordu. Çalışmak kefâret ödemenin bir aracıydı. Bu da kapitalist birikim ve yatırımcılığın anahtarıydı. (Ah, Ahmed Midhat Efendi, bunları nereden bilecektin?..) Buna göre hiçbir zenginlik kişiselleştirilemez, elde edildiği yerde yeniden yatırımcılığa dönüştürülürdü. Bir bakıma, kapitalist akıl ile sosyalist akıl arasındaki fark, ilkinin çalışmayı bir çile olarak görürken, diğerinin bunun bir çile olduğunu kabûl etmekle berâber nihâyetsiz olduğunu kâbul etmeyen, onu geçici gören, daha mühimi de bir hediyesinin olduğuna inanmasıydı. Püritan kapitalist için cennet dünyânın ve hayâtın dışında, sosyalist için ise bizzât bu dünyâdaydı. Fark bu kadarcıktı.

Aslında her şey, Heideger’in yaptığı ayırım doğrultusunda teknikten teknolojiye sıçrayan bir evrimleşmeye bağlıydı. Teknik âletler, insan vücûdunun bir uzantısıydı. Teknoloji ise, âlet ile vücût arasındaki bağları koparıyordu. Vücûdun yerini alıyor, onu boşluğa çıkarıyordu. Bu sürecin ilk aşamalarının emek yoğunluklu olması, nüfusları ağır sömürü şartlarında proleterleştirmesi geçici bir olgu olarak değerlendiriliyordu. Evet, Marx bu aşamalarda ortaya çıkan yabancılaşmanın farkında olarak eleştirel metinler kaleme alıyordu. Ama bunlar sosyalist toplumlarda aşılacak hususlar olarak görünüyordu kendisine…

Elektrikten elektronik evreye hızla geçtik. Bunlar tekmil sanayi medeniyetinin içinde yaşanıyordu. Târihsel kazanımlarımızın muhasebesini yaptığımızda ise tuhaf durumlar ortaya çıkıyordu. Meselâ tabiata olan bağımlılığımızı büyük mikyasta aşmıştık. Ama ona verdiğimiz tahribât, ağır bilânçolar olarak ortaya çıktığında bunun bir başarı olduğundan artık eskisi kadar emin olamamaya başladık. Başarı zannettiğimiz bir iş derin bir yabancılaşma ve geri çevrilmesi alabildiğine zor olan tahribatlar olarak bize geri döndü.

Refah toplumlarından gelen sinyâller de kafa karıştırıcıydı. Evet, refah bir emniyet duygusu, rahatlık, öngörülebilirlik, düzen olarak bu toplumların insanlarını rahatlatıyordu. Refahın düzenleyici süreçleri ağırlıklı olarak rutinleşme ve bürokra-tizasyondu. Hâsılı rahatlık ile huzur bir türlü buluşamıyordu. İnsan-insan ilişkilerinin donuklaşması, araçsal aklın mekanizmalarıyla dolayımlandırılması, telâfi edilmesi zor duygu kayıplarıyla bir başka yabancılaşmanın obruğunu oluşturuyordu.

Refah toplumlarının verimlilik kayıpları, kaynakları hizmetler sektörlerine ve tüketime kaydırdı. Acaba tüketim, üretim disiplinlerinin örselediği insânî vasıflarımızın geri kazanımını sağlayabilecek miydi? Homo Consumens, Homo Faber’in panzehiri olabilir miydi? Bu da olmadı, üretimde kaybettiklerimize tüketimde kaybettiklerimiz eklendi. Marx yaşasaydı, muhtemelen tüketim toplumlarına eşi menendi görülmemiş bir lümpenleşme olarak bakardı. Nitekim onun izinden giden Frankfurt Okulu’nun mensuplarına “dükkân kapattıran” da bu lümpenleşmenin ilk evrelerine şâhitlik etmeleri değil miydi?

Hâsılı iyi niyetle de olsa iyi başlamamış bir süreç derinleşerek, obruklaşarak devâm ediyor. İnsan-tabiat, insan-âlet, insan-eşyâ ve en mühimi de insan-insan ilişkilerinde iyiye evrilen bir şey yok. (Var diyenler beri gelsin). Artık sanayi toplumları ve onlara özgü kurumsal herşey ağır ağır târihin sularına gömülüyor. Kopan fırtınalara çok da iltifât etmemek gerekiyor. Can çekişen gündemler bunlar. Daha yukarıda, bulutlar âleminde, târihin gaz formunda esaslı kimyevî dönüşümler yaşanıyor; çok, çok başka şeyler oluyor. Şu aralar dijitâl devrim bâzıları için umutları yeşertiyor. Bu yeşerme, eskisinden farklı olarak insandan yana bir umut tazelemesi değil. Tam tersine tekno dünyâyı, tıpkı Hobbes gibi yorumluyorlar aslında. O “güvenilmez insanın”, o “birbirinin kurdu olan” , “iflâhı gayrı kâbil” insanın bastırılması ve kontrol altına alınmasını büyük bir başarı olarak görüyorlar. Büyük bir çoğunluk ise, garaj çocuklarının çılgın, haşarı, başına buyruk tasarımlarını tepkisiz, bir havai fişek gösterisi seyreder, bir magazin haberi seyreder gibi alık alık tâkip ediyor.. Esas vahim olan da bu değil mi? Bill Gates atmosferin filânca tabakasına tebeşir tozu dökecekmiş.. Yaa, öyle mi? Allah, Allah….