Tarih: 19.06.2022 13:38

İnsanın tahribatı…

Facebook Twitter Linked-in

"Hayır! İnsan mutlaka azar, ancak insan kendisini müstağni gördüğünde… (İkra/6-7)"

İnsanoğlu sürekli kendini tahrip etmek için uğraşıp durmaktadır. Kendisine, kendisinden başkası zarar veremez! Tarih boyunca da bu böyle devam ede gelmiştir. İlginçtir, dış şartlar da elbette insana zarar verecek pozisyonlar üretmiştir. Ancak bu dış şartların zarar vermesini engelleyecek bir akla sahip olan insan, o zararı göğüsleyebilecek bir olguyu harekete geçirebileceği gibi sorumluluk bağlamında da kendisini sorumlu tutmadığı için kolay atlatılabilir bir durumu gösterir. Ancak, kendi eliyle veya bir insan eliyle yaşadığı hüsran, her zaman daha sorunlu bir hali oluşturmuştur. Hem sorumluluk bağlamında, sorumlu, hem aynı cinsten olmanın getirdiği dayanılmaz ağırlığı daha fazla hissetmekte olduğu içindir.

İnsan, iyiye ve kötüye meyyal yaratılmıştır. Bu iyiye ve kötüye meyyal oluşunun temelinde; gönderildiği yeryüzü macerasında kendisinin bir ‘imtihan’a tabi tutulmasıdır. Şartlar gereği, bir imtihan zemini olarak yaşadığı bu dünyada, kendi eliyle yaptığı işlerden dolayı hesaba çekilecektir. Can düşmanı şeytan olarak isimlendirilmesine rağmen, insan, şeytana karşı dik duracak saflığa sahip olmakla birlikte daha çok kendi iç dünyasında nefsin ayartılarına karşı duramamakta ve şeytanın nefsi aracılığı ile kendisine gönderdiği fısıltılara mağlup olabilmektedir.

İnsanlığın kendi tarihinde şeytan ile mücadelesinde daha kararlı olduğu zamanlar ile daha muğlâk ve mağlup olmaya yatkın bir psikolojik hali taşıdığı zamanlar da olmuştur. Din, insanın şeytan karşısında mağlup olmasını engelleyecek ilkeler ve kurallar bütününü bildirmektedir. Elçiler, insanlar arasında yaşayarak onları şeytana karşı uyarı görevlerini bihakkın yerine getirmekte ve onlara korunmanın yollarının imkânlarını söz ve eylem ile hem bildirmekte ve hem de göstermektedir. Elçiler, örnekliklerini ilahi inayet ile tam olarak göstererek insana çıkış yolunu göstermektedir. Ama her seferinde insanoğlu, kendi elçileri öldüğünde yeniden şeytanın kapsama alanına girerek onun tarafından ayağı kaydırılmakta ve eski haline, şeytanın iğvasına açık olduğu hallere geri dönmektedir. Sonra yeni bir elçi ile tekrar insan uyarılmakta ve şeytana karşı alması gereken önlemler ona hatırlatılmaktadır. Tarih bu akışı içinde insan ile şeytanın mücadelesinde oluşan seyir ile akmaya devam etmekteydi. Tarihi seyir içinde bazı zamanlar şeytanın egemenliğini kurduğu ve bunu da insanlar eliyle gerçekleştirdiği dönemler olmuştur. Ama genelde insan, insanlık tarihi içinde her zaman ‘vicdan’ sahibi biri olarak şeytana karşı doğal bir korunağa sahip olmuş ve kendini tam olarak şeytana kaptırmaktan kendini korumuştur.

İnsan, kendi tahribatını; ya kendi eliyle yapmaktadır, ya da şeytanın ayartılarına yenik düşerek kendi iradesini ipotek altına aldığı için yine etki altında kendi eliyle kendini tahrip ettiği gibi başka insanları da tahrip etmeye başlamıştır. Her halükarda insan, asli özelliği sayesinde sadece kendisi kendisini tahrip edebilmektedir. Kendisine karşı da kendisini koruyacak bir inayet/yardıma da her zaman muhtaçtır. Bu muhtaçlığı giderecek olan ise; insanın Rabbi ile kuracağı irtibat ile giderilebilir. Bu boyutu içinde insan, ilahi inayet ile kendisini kendisinden ve şeytanın etkisinden kurtarabilir. Şeytan ve nefsin vesvesesine karşı kendi güvenliğini sağlayabilecek imkâna sahiptir. Mesele insanın bu imkânı kullanıp kullanamamasıdır.

Yeryüzü insana musahhar kılınmıştır. Bu musahharlık ile insan tam bir sorumluluğu üstlenmiştir ve kendisine tevdi edilen bu sorumluluğun farkındalığına sahip olabilecek düzeye sahiptir. Bu yüzden insanın sorumluluğu meselesi, bizatihi meselenin temelidir. Bu sorumluluğu hisseden insan, doğal olarak kendini nefsine ve şeytana karşı koruma altına alabilecek şartları inşa edecek gücü kazanır. Çünkü insan donanımlı yaratılmıştır. Evet, imtihana tabi tutulmaktadır, ancak bu imtihanın zorlu şartlarına karşı da dayanıklı kılınmıştır. Mesele, insanın kendisinde kendisini diğer varlıklardan ayırtan temel özelliklerini doğru bir zeminde ve kendisine tevdi edilmiş doğalarına/fıtratlarına uygun devreye girdirebilmesidir ki bu da bilgi ve örneklik bağlamında kendisine öğretilmiştir. İnsan, fıtratı gereği isim koyma gücünü en başından beri taşımaktadır. Verili bilgi ile yaşamını sürdürme becerisi kazanmıştır. İlişkilerde sahih, sahici, doğru, adil ve hakkaniyetli bir ilişki kurmasının temel ilkelerini, doğasını ve uygulamalarını da verili olarak almış, öğrenmiş ve öğretici tarafından da gösterilmiştir. Bütün bu ilahi inayetler, insanın yeryüzü macerasında onun kendisini tahrip etmeden kendisine verilen yaşam mühletini kullanarak imtihanını başarılı bir şekilde vererek geri Rabbine dönmesini sağlamaktadır. İnsana gösterilen bu büyük müsamaha, imtihanına yönelik yardımlar, insanın imtihanını başarılı bir şekilde verebilmesinin zeminini kurmaktadır.

İnsan ise azmaya meyilliliğini süreklileştirecek şartları oluşturmakta pek mahirdir. Kendisine verilen bunca nimete karşı ve kendisine gösterilen bu kadar ihtimama yönelik pek nankör davranarak kendini tahrip etmeyi sevmektedir. Nefse hoş gelen şeylere yönelik eğilimi kendisini köreltmekte ve onun ayağını kaydırmakta başarılı olmaktadır. Yeryüzünün tağutları haline gelerek, insanları yoldan çıkarmanın bin bir yolunu bulmaya çalışan insan, kendi eliyle kendi tabutunu hazırlamakta ve kendi hüsranını kendi eliyle gerçekleştirmektedir.

Şeytan, insanın yeryüzü serüveninde onun yoldaşı, ama bu yoldaşlık bir düşmanlık olarak inşa edilmiştir. Şeytan ise sürekli kendisini insanın dostu olarak kurgulamakta ve insanı tahrip etmeye çalışmaktadır. İnsan ise düşmanını dost edindiği her zeminde yenilgiye maruz kalmakta ve bu bir tekrara dönüşerek insanlık tarihi boyunca devam ede gelmektedir. Şeytanın aldatıcılığı çok yönlü ve çok boyutludur. Katmanlı bir aldatılmaya yönelik insanın sığınağı ise iradesini özgürleştirerek kendisine tevdi edilmiş ‘emanet’e sahip çıkması, sorumluluğunu kuşanması ve bu sorumluluk üzerinden kendisine gönderilmiş bilgi ve örnekliğe gönüllülük esasına dayalı olarak ittiba etmesidir. Bu insanı koruyacak yegâne formüldür. Din, anlam, ahlak, doğruluk, edep, adap, güler yüzlü bir duruş ve iyiye yönelmiş bir istikamet insanı kendi fıtratı ile buluşturarak, fıtratına yüklenilmiş ‘amacını’ gerçekleştirmeye hazır olacaktır. Kulluk, insanı hem özgürleştiren, hem şeytan ve nefsin ayartılarına karşı bir koruma kalkanıdır. Bu yüzden insan, azmadıkça kulluğunu yerine getirebilme vasatını koruyacaktır. Ama kulluğu bir tarafa bıraktığı andan itibaren, kendisine gülen bir şeytan figürü ve kendisinden hıncını alan bir nefsin ayartıcılığı karşısında biçare bir pozisyona teslim olur ki bu insanın kendisine ihanet etmesi anlamına gelir.

Son din İslam ve son Peygamber Hazreti Muhammed (as) gönderilmiştir ve insana son inayet de verilmiş olmaktadır. İnsan nankör ve zalim oluşu üzerinden bu iki temel inayete karşı sağır ve kör olmuşlardır. Bu sağırlık ve körlük ise insanı kötürüm kılmaktadır. İnsan, kendi insanlığından soyunmuştur. Kıyamete doğru son sürat gidilerken, insan kendisini uyaracak bütün işaret taşlarını atmış, arkada bırakmış ve gözlerden ırak kılmıştır. Kalbini karartmış ve kendisini kendi eliyle ilahi inayete ve kurtuluşa sahip olan delillere karşı kapatmıştır, mahrum kılmıştır. Bu mahrumiyeti ortadan kaldıracak bir işaretin varlığını peşinen yok etmenin bütün şartlarını hazır tutmaya yarayan bir yaşam tarzını da kendisi için olmazsa olmaz kılarak kendini yokluğa tevdi ettiğinin farkında olmadan yaşamaya devam etmektedir.

İnsan, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren kötülüğe meyyal olan boyutu üzerinden kötülük üretmiştir. Bu kötülük bazen yaşam sahnesini öyle doldurmuştur ki tarihte buna işaret eden zaman aralıkları hep var olmuştur. Ama bugün yaşam domine edilmiş, egemenliği altına alınmış ve sadece kötülüğün neşvünema bulacağı bir vasatın imkânını kullanabilme olgusu ile baş başa bırakılmıştır insan

 

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —