Tarih: 18.07.2022 13:32

İNSANI İNŞA EDEN SORULAR

Facebook Twitter Linked-in

Necip Fazıl “Zindandan Mehmed’e Mektup” adlı şiirin bir yerinde, akıl-soru mevzuu ile ilgili olarak şu veciz dizeye yer verir: “Akıl, olmazların zoru içinde / Üst üste sorular soru içinde”

Hayat merakla başlardı. Merakta, kişinin hem kendisine, hem de muhatabına hayatla, bilinen ve “bilinmeyen”le ilgili soru sormakla anlam kazanırdı. Çoğu kez, şiirde belirtildiği üzere sorular soru içerisinde bulunur, çoğalır, çoğalır, çoğalır ve cevabını beklerdi. Bu da en başta zihinsel gelişime tekabül ederdi.

Zaten, insanın zihinsel gelişiminin bir yolu da, hem kendisine ve hem de muhatabına soru somak değil midi?. Ki, sorulan sorular muhatabı açısından akıl dışı, saçma ve hem de tehlikeli bulunabilir. Ama sorusu olanın mutlaka soru sorması söz konusu olacaktır.

Salt öğrenmek ve bilgi sahibi olmanın ötesinde, soru bir de inşa etmek ve inşa olmak için de sorulur, sorulabilir ve sorulması gerekirdi.

İnşa etmek derken, elbette ilk iş şahsiyet sahibi olmaktır. Şahsiyet sahibi olunmadan, onlarca soru sorulsa, ciltlerce bilgiye ulaşılsa da şahsiyet inşası yarım kalır.

İnşa konusunda şahsiyet sahibi olmak elbette önemlidir. Bunun yanında, insanın dünyada ortaya koyduğu amelinin karşılığında ahrette kendisine uygun görülen durum söz konusu olabilecektir.

İşte şahsiyet inşasından sonra; kişi için iman-amel bütünlüğü mevzuu ve kesinliği “henüz” belli olmayan konularla birlikte, öten beri birtakım mülahazalarla sulandırıldığı varit olan konularda kesin, kesine yakın, hakikate havi bilgilerle donanmak gerekir.

 

İNŞA EDEN SORULAR…

Yılların hocası eğitimci yazar Mustafa Gül’ün “İnşa Eden Sorular” adlı eseri, yukarıda belirtmeye çalıştığımız iman-amel bütünlüğü çerçevesinde muhatabına sorular soruyor, cevabını almaya çalıştıktan sonra, kendi kanaatlerinin gölgesinde ortaya kalıcı bir şeyler koymaya azami gayret gösteriyor.

Yazar kitabın önsözünde; “Acı bir gerçek, insanımız sorgulamıyor. Tarihi, siyasi ve sosyal konularda duyduğu bilgileri, sorgusuz sualsiz kabullenip muhafaza ediyor.” Dedikten sonra şu ifadeyi de belirtmeden geçemiyor; “Dini konularda da sorgusuz sualsiz bir inanca sahip.”

Bunca eğitimi yanında, kendisine yön veren, inşa eden Kur’an ve sahih sünnet bilgisine ek olarak yetişmesinde önemli bir rolü bulunan ekolünden(*) hareketle muhatabını salt “Allah için” bilgilendirmek, onu Kur’an’ın saf ve berrak mesajına muhatap kılmak ve yine onu bid’at ve hurafeden azade kılmak için, çoğu kez “şok edici” sorular yöneltme suretiyle bir çaba içerisinde olduğu hem, yazılarından oluşan eserinden ve hem de muhatabıyla bire bir ilişkilerinden kendini ortaya koyuyordu.

Hem yazarın ve hem de ekolünün bir nevi âlamet-i farikası” olan muhatabı şok edici sorular sormak, çoğu kez “sakıncalı, sorunlu ve üstencilikli” olarak anlaşılıp kabul görse de bu metodun; içerisinde muhatabına illa da üstün gelme duygu ve düşüncesi yoksa kabul görür bir metod olduğu söylenebilirdi.

Mehdi mevzuu asırlardır Müslümanları, çoğu kez de bıktırıcı bir şekilde ilgilendirmekte ve kendi cenderesi içerisinde sıkmaktadır.

 

Mehdi Gelecek mi?

Bunun, Müslümanlardan önce, “kendi ameli ile cennete ulaşma”yı akledemeyen Yahudisinden, Hıristiyanına, Şiisinden Sünnisine –hatta putperestine kadar-milyarlarca insanı etkileyen bir inanç olarak mehdilik, konunun zorluğu ve biraz da anlamsızlığı” nokta-i nazarından hocamıza şu soruyu sordurmuş; “Mehdi Gelecek mi?”

Sahi, gelecek mi!

Onun gelip gelmeyeceğinden ziyade, o bir şahıs mı, yoksa bir olgu mu sorusu daha anlam kazanırdı. Zaten hocamızın da, onun bir olgu olduğunu düşündüğünü söyleyebiliriz. Mehdi, hidayet olgusu ile ilgiliydi sonuçta…

 

İsa Gelecek mi?

İlk döneminden başlamak üzere en başta Hıristiyan dünyasında ve daha sonra Müslümanlar arasında Hz. İsa(a)’ın yeryüzüne ineceği konusunda, tamamı da spekülasyona dayalı bilgiler yığını(hurafe) muvacehesinde, bu konu tartışılıp durmaktadır.

Spekülasyonu ve konu ile ilgi kurulmaya çalışılan, ama sahih olmadığı erbabınca bilinen hadsileri de bir kenara koyduğumuzda, insan gerçeği ile ilgili biyolojik veriler baz alındığında, ölen bir insanın tekrardan canlanıp dünyaya gelmesi pek mümkün görünmemektedir. Zira Allah©’ın, İsa’ya yönelik; “Ey İsa! Seni vefat ettireceğim ve katıma yükselteceğim. İnkâr enlerden seni Kurtaracağım.”(Al-i İmran; 3/55) ayeti, bunu teyit etmektedir. Yani Allah’ın kanunları (sünnetullah)içre kabul etmemiz gereken biyoloji gerçeğini…

Yazar, konu sadedinde şu veciz ifadeleri kullanıyor; “Yahudiler Mesih’in bir gün geleceğine inanabilir. İsa-Mesih’in yeniden döneceği inancı, Hristiyanlar için bir moral kaynağı olabilir. Müslüman kardeş, sen niçin İsa (a)’ı yeniden getiriyorsun? Muhammed (a9’ın örnekliği ve tebliğ ettiği Kur’an yetmiyor mu?” (68)

Bu da bize gösteriyor ki, Allah’a© inananların büyük bölümü, kendini yormadan, zahmete nedir koşmadan İsa(a)’nın yeryüzüne hubutu sayesinde cennetlik olmayı garanti altına almak istiyorlardı!

Yani, amiyane tabirle söylersek; üç kuruşa beş köfte!

***

Mehdi ve İsa(a)’ın “sözde” yeryüzüne” inişi ile birlikte düşünüldüğünde, bir diğer mevzuda “şefaat” konusu idi.

Yeri gelmişken soralım: Sahi, ahrette şefaat var mıydı?

 

Ahirette Şefaat Var mı?

Müslümanlar arasında en çok konuşulan konulardan biri olan ve Kuran’da bu işin, çoğunluk Müslümanların anladığı gibi olmadığı bildirildiği halde(Mümin, 40; 16-17) şefaat konusu, çoğu kez istismar malzemesi yapılma suretiyle; şeyhvari zevata da teşmil edilmektedir.

Burada, anladığımız kadarıyla Allah© dışında başkaları da şefaate yetkili kılınmışsa, yukarıda zikrettiğimiz yetin hiçbir hükmü olmayacak ve haşa Allah, yetkisini “metazori” bir şekilde insanlarla paylaşacak anlayışı oluşacak ve kabul görecektir.

İşin esassı ise hiç de öyle değil!

Her ne kadar Kur’an’da şefaat konusu, çoğu kez, ayetlerin bazı tiplerce kasdî yorumlanmasından kaynaklanan durumlardan ötürü bir bulanıklık sürüp gitmektedir.

Esasında şefaat, bu konuda iddiada bulunan bazı Hıristiyanları eleştirme sadedinde, eğer ellerinde güçlü deliller varsa, onların iddialarını ispat etmeleri söylenirken, maalesef Müslümanların büyük çoğunluğu bu temel espriyi kaçırdıklarından dolayı, biraz da kolaycılığı sarıldıkları için, bu konuda Kur’ani bir netliğe sahip olamıyorlar.

Yazar diyor ki “”Allah’ın dışında bir şefaatçi arayacağımıza, Allah’ın rızasını kazanacak işlere yönelsek,  bu uğurda çaba göstersek, doğrudan O’ndan bağışlanma dilesek daha doğru olmaz mı?” (100)

Yazar haklı, hem de çok haklı. İşin sonunda da şu ifadeleri dile getiriyor; “Sadece yapacağımız güzel işlerin kurtuluşumuza vesile olacağını unutmadan, tek sahibimiz ve tek şefaatçimiz olan Allah’ın ipine/kitabına sımsıkı sarılalım. Biz müminlere yakışan budur.” (100)

 

YAZARLARIN BİRBİRLERİNİ ELEŞTİRİSİ…

Şefaat Konulu Yazının Eleştirisine Eleştiri…

Yazarın “Ahirette Şefaat Var mı?” başlıklı yazısına Mehmet Alptekin hocada “Bir Tenkidi Tashih ve Şefaat” başlıklı bir eleştiri yazısı kaleme almıştı.(**)

Yazar, “…yazıya(*** karşılık Alptekin hoca, “Katılmadığım bazı yerleri, Kur’an ve nebevi delillerle kendimce tashih etmek istiyorum diyerek geniş bir yazı kaleme almış.” … “Ben de Alptekin hocanın hoşgörüsüne sığınarak yazdıklarına bazı eleştiriler getirmek istiyorum.”  (102) ifadesiyle meramını dile getirmekte ve eleştirilerini sıralamaktadır.

 

KADINLARIN DÖVÜLÜP DÖVÜLMEME MES’ELESİ…

Kur’an, “Kadınlaı Dövün” Der mi?

Dinin geliş maksadını ve hikmetini anlamayan, onu salt bir dogmatik değer olarak bir eğilim içerisinde bulunan zevatın tarih boyunca ondan anladığı spesifik bilgiyi kabul ve onca hikmeti bir indirgemeciliğe kurban etmekten ibarettir.

İşte burada İslam, Kur’an ve kadınlarla ilgi yaklaşımlar söz konusu olduğunda, kadınlarla ilgili –günümüzde e geçerli olan- olumlu yaklaşımlar bir tarafa itilir ve konu kadınların “illa da” dövülmesi mes’elesinde düğümlenir kalır.

Konu kendi bağlamından(siya-sibak) kopartılarak, içerisinde hikmet olmayan bir yaklaşımla ele alınır.

Halbuki Nisa Suresi 34.ayet, istisnaları dışında bu işle ilgilenenler tarafından, kelimeler bazında verilen yanlış anlamlar yüzünde, olay alabildiğine sarpa sarmaktadır.

“… ‘d-r-b’ kökünden türeyen Kur’an’da 58 yerde geçen darb / darebe, dövmek / vurmak dışında geçtiği yere göre farklı anlamlarda da kullanılıyor. Bunlar görmezden geliniyor veya bilinmiyor.” (122)

Yazar, konuyu, başta Kuran’a dayanarak ifade etmeye çalışıyor. En sonunda ise, “Rasulullah’ın uygulamlarında ve kadınlar konusundaki tavsiyelerinde de “dövmek” kesinlikle yer almaz, almamıştır. O barışın, şefkatin, merhametin, saygının, adaletin elçisidir.” (127) uygulamaların netliği ve sahihliği açısından ifadeleriyle peygamber(s)’i referans göstermektedir.

 

HZ. MUHAMMED(S)’İN MEDİNE DÖNEMİ…

Hz. Muhammed, 900 Esir Yahudiyi Öldürdü mü?

Hz. Muhammed(s) Medine’ye hicretten sonra, orada yaşayan Yahudiler ve Hıristiyanlar ile Müslümanları bir arada tutacak olan bir sözleşme ittihaz etmişti. Buna Medine Sözleşmesi, belgesi, ya da insanlık tarihinde deruhte edilen ilk anayasa denilebilirdi. Ki, Doğu’dan ve Batı’dan işin uzmanı birçok kişini ortak kanaati bu yönde idi. Şimdi de öyle…

Daha sonra Medine’de yerleşik olup bu sözleşmeye uyması gereken Yahudi kabileleri, anlaşmaya riayet etmemeye başlamışlar, Müslümanlarla savaşmaya karar vermişlerdi.

Bunlara karşı mücadele edilirken, sözde Müslüman olan bazı ilk dönem “İslam tarihi”ne ait kaynaklarda Hz. Muhammed(s)’din savaş sonucunda esir alınan 900 Yahudi’yi öldürdüğü rivayet edilmektedir.

Bu ilk dönem kaynaklarlından birisi İbn-i İshak’a ait siyer kitabı. Ki, bu zatın bu ifadeleri bir Müslüman olarak anlattığın düşündüğümüzde ilk etapta, çoğu kişi tarafından normal bir işleyişin olduğu düşünülebilir. Her ne kadar, barışa değil de savaşa entegre olmaya müsait birçok Müslüman zihin için, pek bir sorun görülmediği halde, İslam mesajına yönelik bir dezenformasyonunda bulunulması tehlikesini göz ardı etmemek gerek.

Bir de bu rivayete yer veren ilk dönem kaynaklarından birinin müellifinin Müslüman olmuş bir kişi ( İbn-i İshak) olduğu düşünüldüğünde, burada bir düşmanlık yoksa da, yapılan yanlıştan kaynaklanan karşılıklı bir istifhamı da düşünmek gerekirdi.

Yazar,“İbn-i İshak’ın çağdaşları, onun İsrailiyat’tan etkilenmesini ve kitabına Yahudi kaynaklardan rivayetler almasını eleştirirler. Yahudi tarihiyle ilgili bir olayı hatırlayalım da İbn-i İshak’ın .. Kurayza rivayetinde yanılıp yanılmadığına siz karar verin.” (132) diyerek, daha Hz. Muhammed(s) doğmazdan önce Miladi 73 yılında Romalıların Yahudileri katletmeye çalıştıkları “Masada” olayı diye bilinen konuyu, İbn-i İshak, bir tarihçi için asla es geçilmemesi gerekli “yer ve zaman1 mevzuunu atlayarak, olayı Miladi 600’lere,Medine’ye indirgemesi, bir “düşmanlık” eseri olmasa da, bir tarihçiye arız olan körlük ile telif edilebilirdi. İbn-i İshak’ta bunu hak ediyor galiba!

Bu eserinden önce üç kitabı daha var olan Mustafa Gül hoca, içerisinden geldiği, yetiştiği Malatya ekolü olarak bilinen çizginin bir iz sürdürücü olarak, olgulara ve olaylara bakışı ile nev’i  şahsına münhasır bir insan olarak; Ku’an’ın ve sahih sünnetin anlaşılması yolunda gayretlerini sürdürmektedir.

Bu eserinde, yukarıda, hakkında bir şeyler karalamamızın dışında birçok konuya da açıklık getirmektedir.

Sorularla gündeme getirdiği konuların büyük çoğunluğu hasbelkader bizimde bir teşehhüt miktarı editörlüğünü yapmaya gayret gösterdiğimiz Özgün İrade Dergisi’nde yayınlanmış bulunmaktadır.

Kur’an’ın ve sünnetin hakkıyla anlaşılması ve yaşanması adına nice hayırlı okumalar.

***

(*)Malatya Ekolü. Merhum M. Said Çekmegil’in ilmi gayretleriyle oluşturduğu ekol.

(**) Özgün İrade Dergisi

(***)Mustafa Gül’ün kaleme alıp adı geçen dergide yayınlanan yazısı.

 

İnşa Eden Sorular, Mustafa Gül, 1. Baskı Haziran 2021 Çıra Yayınları, İstanbul




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —