Ömer Lekesiz yazdı;
İnsanı, heykel-beden bakımından benzerlik taşıdığı hayvandan ayıran iki temel husus, çiğ yiyecekleri pişirerek yemesi ve bedenini örtmesidir. İnsan, tümel planda bu iki hususta ortaktır.
Mezkur iki husus, ilk düzey insanlık vasatı olarak, bunların dışındaki hayatî, sosyal, ahlakî vb. düzeylerine bitişir ve inanca, kültüre, zihniyete, dünya görüşüne tabi olarak insanın genel vasatını birlikte üretirler ki, böylece İslam’a, Hristiyanlığa vd. mahsus insani vasatlar tesis edilmiş olur.
Bu vasatlar, yan yana yaşayabilirler ancak iç içe yaşayamadıkları gibi, senteze de tabi tutulamazlar.
Zira her vasat bir kimlik ve haysiyet belgesidir. Sentez bu kimliğin karışmasına, haysiyetin bozulmasına sebep olur ki, bu da genelde zihnî kirlenme etkisi olarak adlandırdığımız sosyal hayatın ve aklın (zihniyetin) tahribine sebep olur.
Çünkü insani vasatın öznesi olarak beden, “tam da hazır yapılı bir denklikler ve duyular-arası geçişler sistemidir. duyular bir tercümana ihtiyaç duymaksızın” ortak insani vasat esasında “birlerine tercüme olurlar, ideden geçmeksizin birbirlerini anlarlar.”
Tırnak içinde verdiğim ifadelerin sahibi olan Merleau-Ponty, bu yorumunu şu cümleleriyle pekiştirir:
“Somut olarak ele alınan insan bir organizmaya eklenmiş bir psişizm değildir, kimi zaman kendini bedensel olmaya bırakan, kimi zaman da kişisel edimlere koyulan bir varoluş gelgitidir. Psikolojik motifler ve bedensel durumlar birbirine geçebilir, çünkü yaşayan bedende, psişik yönelimler bakımından mutlak tesadüf olabilecek bir tek hareket yoktur, en azından kaynağını veya genel taslağını fizyolojik eğilimlerde bulmayan tek bir psişik edim yoktur. Söz konusu olan, iki nedensellik arasındaki anlaşılmaz bir karşılaşma değildir asla, nedenlerin düzeniyle ereklerin düzeni arasında bir çarpışma da değildir. Fakat duyulur olmayan bir dönüm noktasından itibaren, organik bir süreç bir insan davranışıyla sonuçlanır, içgüdüsel bir edim yön değiştirir ve duygu haline gelir veya tersine insani bir edim uykuya geçer ve dalgın bir şekilde refleks olarak kendini sürdürür.”
Yukarıdan beri zikrettiğim insanî vasata dair bu yapılar, olgular, oluşlar sanat tarafından doğrudan devralınır. Zira sanat, bunlardaki varlık hakikatlerinin ya da varlığın bunlarda tezahür eden hakikatlerinin, -olanın mahiyetini ve oluş nedeni idrak etme esasında- gerçekleştirilmesinden ibarettir.
Sanat, bu noktada hakikatin gerçekleştirilmesini öteleyerek, kendini oluşun yerine koymak suretiyle bir deneyimin aracı haline gelemez. Gelirse kendi gerçekliğini unutup, doğrudan bilime vekalet etmeye veya bizzat ona dönüşmeye başlar.
Sanatta müstehcenlik konusu bunun tipik örneklerinden birisidir. Çünkü ortak insanlık vasatının ilk düzeyi olan örtünmenin sanat sebebiyle reddi, insanın kendi vasatının altına çekilmesiyle sonuçlanır. Diğer bir söyleyişle insan, çıplaklığının nesneleştirildiği yerde, insanlık haysiyeti geriye itildiği ve sadece çıplaklığı yönünden seyre sunulduğu için, salt hayvani özellikleriyle bir karşılığı hak eder hâle gelir ki, bu da onun insanlığını eksiltmekten, onu insan kılan değerlerin tahrip edilmesinden başka bir sonuç doğurmaz.
Bu tarz bir sanat tutumunun, politikayla buluştuğu yerde ise, artık sanatın tozundan bile söz edilemez, çünkü hakikatin geçekleşmesi olarak sanatın yokluğu, yerini sanatı sadece bir aldatma aracı olarak kullanıma açan politikanın zemini haline gelir.
Bu politikanın maksat ve işleyişini ise, bu yazıları yazmamıza neden olan, a) Çarşafla simgelenen tesettürden soyunma, b) Seksapel sema örnekleriyle somutlaştırabiliriz.
Her ikisiyle, Anadolu’daki geleneğe savaş açanlar, –yukarıda sözlerini alıntıladığımız Batılı Merleau-Ponty’den daha modern, daha çağdaş da olamayacakları için– mezkur vasata sahip çıkanları, çağdaşlığa, sanata, kültüre, eşitliğe, kardeşliğe kısacası insanlığa düşman olarak ilan ederlerken, gerçekte yok ettikleri sanat üzerinden çıkmasını umduklarını bir savaşın tamtamlarını sanat naraları eşliğinde çalmışlardır.
Çünkü, insanî vasatı tahrip etmekle, hayvanlaşma özgürlüğü elde edeceklerini sanan o kişiler, salt bu zanlarıyla muarızlarını suçladıkları terimlerin kendilerine döndüğünü; hayvanlaşma, zaten hak etmedikleri insanî vasatın altına inme özlemlerini ifşa ettiklerini fark edebilecek bir akıldan, millî ve manevî bir şuurdan, bilgi ve bilim haysiyetinden bile yoksun olduklarını beyan etmişlerdir.
Ki, hayvanlaşmak isteyen insan ile ehlileşmeye direnen hayvan arasında fark yoktur.