Fatma Tuncer yazdı;
İnsanlarımızın gönüllerinden dökülen bir ifade vardır: Hayatımı yazsam roman olur… Bu ifade insanın anlaşılma ve diğerlerinin hayatında yer edinme arzusunu barındırıyor aynı zamanda. Zira her insan tanınmak, bilinmek ve ötekinin zihninde olumlu bir izlenim bırakmak ister. Paylaşmak ister insan ve sadece acısına değil neşesine de ortak etmek ister diğerlerini. Hiçbir insanın romanını tam olarak okuyabilmek mümkün değildir fakat yine de bu söylem dilden dile dolaşmaya devam eder.
Her insan okunmaya değer bir kitap gibidir ve her doğum bir kitabın başlangıcıdır. Olaylar kadar zengindir romanların konusu, kimi acıyla simgeleşir, kimisi neşe ile. Aşk, sevgi, ayrılık, hüzün, şefkat ve paylaşım o romanın satırları arasında gerçekleşir ve okunmadan son bulur. İyi anılmak ister insan, dünyaya veda ederken hoş bir seda, kalıcı bir iz bırakmak ister. Romanının ölümünden sonra da okunmasını arzu eder, bunun için çaba gösterir.
Anlaşılması zor bir kitap gibidir insan. Çünkü insanı okumak, anlamak ve anlaşılmak demektir ki bu sanıldığı kadar kolay değildir. Dinlersiniz ama anlamakta güçlük çeker ve kendinizi geri çekersiniz. Olayların içinde gezinir durursunuz ama anlamak meşakkatli gelir ve karşınızdaki kişiyi acımasızca eleştirmeye başlarsınız. Karmaşık bir romandır dinlediğiniz o yüzden zahmete katlanmaz ve hemen uzaklaşırsınız.
“İnsan üç beş damla kan, binbir endişeden ibaret” diyen Şeyh Sadi, acının neşeden daha yoğun olduğuna işaret eder. Eğer insan anlaşıldığını hissedebilseydi endişeleri avuçlarının içine alıp savururdu gökyüzüne ama yalnızlığa terk edildi ve kaygıları ile baş başa kaldı.
Karmaşık bir yapıya sahip olan insan ne yalnızlığa katlanabiliyor ne de diğerleri ile sevgide buluşabiliyor. O yüzden her insan okunmamış bir roman olarak veda ediyor hayata.
Geleneksel kültürün hâkim olduğu dönemlerde mahallede insanların yardımlarına koşan, dertlerini dinleyen ve yol gösteren ablaları, ağabeyiler olurdu. Fertler güvendikleri bu kişilere içlerini açarlar ve tavsiyelerinden faydalanırlardı. Mahallenin dert ortakları insanlardan herhangi bir karşılık beklemezlerdi ve yaptıkları hayrın bereketi kendilerine manevi bir kazanç olarak döner, sevgi ile anılırlardı. Zaman su gibi aktı ve iyiler atlarına binip gittiler. Mahallemiz huzur kokan atmosferini kaybetti ve ıssız bir çöle dönüştü. Modern kültürün tuğlaları ile örülen sokaklarımız kasavetle doldu. İyiler atlarına binip gidince meydan kötülere kaldı ve her şeyden korkar hale geldik. İnsanın ektiği şiddet ve fesat zirve yaptıkça yaşam alanlarımıza güvenlik kamaraları takmaya başladık ve insanın ürettiği zifiri bir karanlığa düştük.
Günümüzde ruh hekimleri psikologlar hiç olmadığı kadar insan çekiyor, başınızı hangi yöne çevirseniz bir terapistin tabelasına rastlıyorsunuz. Ancak buna rağmen ruhsal sorunlar hızla artıyor ve insanlar mutsuzluktan, yalnızlaşmaktan ve intihar düşüncesinden şikâyet ediyorlar. Ve ne ilginçtir ki kötülerin kazdığı kuyu iyiler için de tehlike oluşturuyor ve ağır bedeller ödeniyor.
“Güzel hayat isteyen güzel insanlar biriktirsin” der Cemal Süreya. Hayırlı dostlar ve hayırlı arkadaşlar dar zamanlarda imdada yetişecek bir akçe gibidir. Ve sevgi dolu bir aile, güvenilir dostlar ve biriktirilen iyilikler insanın dünya üzerinde sahip olabileceği en büyük zenginliktir.
Aile yaslandığınız bir duvardır ki, duvar sağlamsa kendinizi güvende hisseder ve emin adımlarla ilerlersiniz. Biriktirdiğiniz dostlarınız ise dünya üzerinde sahip olduğunuz en büyük servetinizdir. Zira aile efradınızı seçme hakkınız yoktur ancak dostlarınızı itina ile seçer ve onları dertlerinize, sevginize ve acılarınıza mirasçı kılarsınız.
Dünyanın gerçek zenginleri yeterince iyilik biriktirmiş olan ve hayatlarını buna adayan kişilerdir. Onlar her şeyde Allah’ın rızasını arar ve her şeyde bir hayır bulurlar.