Milli Gazete yazarı Mustafa Kaya Analiz Etti...
Dünya yavaş yavaş salgın ile ilgili alınan tedbirleri gevşetse de geçilen sürece “yeni normal” dense de hayatların koronavirüs öncesine dönmesi mümkün görünmüyor. Her şeyin yeniden kurgulanacağı veya kurgulanması gereken bir dönem geliyor artık. Kriz kendi içinde fırsatları da tabi ki barındırıyor. Ancak gelişmeleri eski mantık ve anlayışla okuyanların, olanlara “eski tas eski hamam” diyerek yaklaşanların bu krizi yönetmeleri ve fırsatları değerlendirebilmeleri çok zor. Şurası artık çok açık ki, onlar için bugün dünden daha zorlu olacak.
Gelinen durum itibariyle, bilindik anlamıyla mevcut küresel sistem gücünü kaybedebilir. Yeni küresel odaklar öne çıkabilir. Malum Batılı ülkeler salgın döneminde çokça zemin kaybettiler. Floyd’un ölümü sonrası Amerika’da yaşanan “yağmalar” üzerinden bile yozlaşmanın toplumları nerelere götürebileceğini görmek mümkün. Her örnek daha net ortaya çıkarıyor ki, Batı’da “ilahlaşan bireyin” doymak bilmeyen yapısı, Batılı toplumları içten içe çürütüyor.
Bunun yanında şimdi de koronavirüs sonrası küresel gücün doğuya kayacağı söyleniyor. Çin, Hindistan gibi nüfus açısından büyük ülkelerin, üretimden gelen güçlerinin daha da belirleyici olacağı iddia ediliyor. Yeni küresel odak noktasının doğu olacağı şeklinde tezler ileri sürülüyor. Bu şekilde totaliter yönetimlerin ellerinin güçlendiğine dair yorumlar yapılıyor. Bu tespitlerin doğru tarafları tabi ki var. Ancak bu nüfusça kalabalık ülkelerin de “insanlarına hammadde” muamelesi yaptıklarına dair ifadeleri hatırlamakta fayda var.
Şöyle ki; yıllar önce Çin’in hapishanelerdeki mahkûmları Çinli şirketlerin Afrika’daki projelerinde çalıştırdığına dair iddialar duymuştum. Bu iddia ne kadar doğru bilmiyorum. Ancak Çin’in “Kuşak Yol” projesinin geçtiği ülkelere hem sermaye hem de insan transferini düşündüğünüzde, Hindistan’ın başta servis sektörü olmak üzere insanlarını dünyanın dört bir tarafına yayma stratejisine baktığınızda, bütün bunların çok da doğal olmayan yollarla, özel bir plan çerçevesinde yapıldığı düşüncesine kapılıyorsunuz. Hatta ülkemizde kimi emlak uzmanları, Türkiye’de 250 bin dolara vatandaşlık alınabildiği için, Çin’in 1 milyon vatandaşını bu yolla Türk vatandaşı yapma planı olduğunu bile ileri sürdüler.
Diğer taraftan geçen gün sosyal medyada İngiltere’nin eski başbakanı Tony Blair’in eşinin kız kardeşi gazeteci Lauran Booth’un İslam’ı seçme serüveni ile ilgili bir konuşmasına denk geldim. Gazze’deki bir iftar sofrasına davet edilişi üzerinden yaptığı değerlendirmeler gerçekten çok etkileyiciydi. Batı’daki bireyin bencil yaklaşımlarının aksine, hem de yokluklar içinde yaşam mücadelesi veren Gazze gibi açık bir cezaevinde, İslam toplumlarındaki misafirperverliği dile getiriyordu. Davet edildiği evde insanların birbirleriyle olan münasebetlerine duyduğu hayranlığı kelimelere dökmeye çalışıyordu. Bundan nasıl etkilendiğini, kendi içindeki sorgulamalarını anlatıyordu.Müslümanlardaki bu anlayış ve insanca yaklaşımın, eş-dost-akraba arasındaki dayanışmanın ne denli kuşatıcı ve önemli olduğunu vurguluyordu.
Sonuç olarak şunları ifade edebiliriz.
Batı’daki bireye bakışla, doğudaki insana bakış aslında iki uç örneği temsil ediyor. Her ikisinin de insanlığa huzur getirmeleri mümkün değil. Her ikisi de sorun biriktiriyor. Her ikisi de insanlığı çıkmaza sürüklüyor. Her ikisinin de sonu yok. Lauren Booth’un da tespitlerinde olduğu gibi insanı yaratılanların en şereflisi olarak gören anlayışa su gibi, hava gibi ihtiyaç var. İnsanlığı bu çıkmazdan kurtaracak yegâne anlayış da budur. İnsan bitmek bilmeyen ihtiraslarının girdabında kaybedilemeyeceği gibi, kendisini hammadde olarak gören toptancı anlayışın insafına da terk edilemez. Yani insan hammadde değildir. Her insan özeldir. Her insan bir dünya demektir. İşte bu insan denen dünyayı keşfe çıkanlar, onu doğru okumasını bilenler ancak insanlığın geleceğini sağlıklı bir zeminde inşa edebilecekler.