28. 09. 2018 Cuma
İbnü´l-Arabî, ?(M)akamların bir talebi yoktur. Talep, makamlarla nitelenenlere aittir. Öyleyse edepli insanın hali, zikrettiğimiz şekilde (makamlar hakkında konuşmak) olmalıdır? der (Fütûhât-ı Mekkiyye, 10/97).
Biz öncelikle günümüzdeki tasavvufî teamülde, söz konusu edebin terkinden doğan sorunlarla hemhâl olduğumuzu ve bunun da en başta mevcut şeyhlere müridleri tarafından yüklenen insan-ı kâmil sıfatının doğurduğu olağanüstülük beklentisinden kaynaklandığını sanıyoruz. Dolayısıyla, eğer insan-ı kâmil diye bir şey varsa, onun bugünkü anlayışa göre (dünyevîlik ve dünyasallık planında) nasıl bir fenomenal karşılığa sahip olabileceğini merak ediyoruz.
Tasavvufun önemli (ve belirttiğimiz manada problemli) terimlerinden biri olan insan-ı kâmilin, ilk olarak hangi devirde ve kim(ler) tarafından kullanıldığını bilmiyoruz. Ancak, Suad el-Hakîm´in tespitiyle, İbnü´l Arabî´nin kendisinden önce, ?Metafizik mahiyeti ve tabiatında veya tasavvufi tecrübeye delalet edişinde insan-ı kamil ile eşanlamlı? olarak kullanılan birçok terimi bu başlık altında topladığını (tekleşirdiğini) biliyoruz.
Bu cihetle, söz konusu terime sonradan, Vahdetivücûdçuluğu sistemleştirme tahtında Konevî, Nesefî, el-Cîlî vd. tarafından eklenen (ve çoğunluğu metafizik olmaktan çok mistik olan) yeni anlamları gözardı ederek, aslına uygun şekilde doğru anlaşılabilmesi için sadece İbnü´l-Arabî´nin kendisinden bakılmasında yarar görüyoruz.
İbnü´l-Arabî´deki insan-ı kâmili ontolojik ve epistemolojik anlamıyla ikiye ayrıran Suad el-Hakîm, ikinci anlam doğrultusunda şunları kaydediyor:
?İbnü´l- Arabî´de kemâlî epistemolojik anlamda, yani ikinci anlamıyla ele alırsak insan-ı kâmilin epistemolojik işlevi çoğalır. Buna göre insan-ı kâmil, peygamberler de dahil olmak üzere bütün ariflerin marifetlerini ve bilginlerin ilimlerini aldıkları bir kandildir. Bu anlamda insan-ı kâmil himmetlere yardım edendir. İnsan-ı kâmil varoluşta Hak ve halk arasında bir berzah olduğu gibi, ilim ve marifette de âlem ve Hak arasında bir berzahtır? (İbnü´l-Arabi Sözlüğü).
İlgili tanımı İbnü´l-Arabî´nin kendisinden yapmayıp, Suad el-Hakîm´in anlayışından aktarışımız, yerimizin darlığındandır. Zira İbnü´l-Arabî, insan-ı kâmile mahsus tanımlarını, kimi özel terimler eşliğinde yapmaktadır ki, bu da onların ayrı ayrı açıklanmasını gerektirmektedir. Aksi halde, o tanımların doğrudan aktarılmasıyla açıklama maksadımız hâsıl olmayacak, bilakis bir kavram (hatta akîdevî bilgi) karmaşası oluşacaktır.
Ancak, İbnü´l-Arabî´den insan-ı kâmilin varlık nedeniyle ilgili bilgiyi naklederek, onun üzerinden, günümüzdeki yanlış telâkkilerin neden ve sonuçlarını konuşabiliriz.
İbnü´l-Arabî diyor ki:
?Ey samimi dost, Allah sana yardım etsin, bilmelisin ki: İnsanlar şeriat ve hakikat üzerinde konuşmuştur. Allah peygamberine şöyle emreder: ?Rabbim! Bilgimi artır.´ Burada her yaratılmış ve varlıktaki özel yönden Allah´ı bilmek kastedilir. Bu, hakikat bilgisi demektir ve Hz. Peygamber şeriat bilgisinde artış istememiş, bu konuda şöyle demiştir: ?Size verdiklerimle beni bırakın.´ Şeriat bilgisi, delil bilgisidir ve salik için zorunlu bir yoldur o. Salik o yolda yürür. Bu bağlamda seyr-ü süluk güçtür. Bu nedenle Hz. Peygamber, hafifletmek istemiştir. Şeriat yolunun sonu duyusal mutluluk demektir. Hakikat ise, genel bir yolun sonu değildir. İnsanların bir kısmı hakikate ayağını şeriat yolunda koyduğu için ulaşır. Çünkü Hakkın yüzü her kademdedir. Halbuki herkese her kademde (ayak) bulunan Hakkın yüzü gösterilmez. Şeriata göre, yükümlüler hakkında hüküm verilir. Hakikat ise hakkında hüküm verilen şeyle hüküm demektir. Şeriat sona ererken hakikat süreklidir, çünkü hakikat, Hakkın bekasına bağlı olarak bakidir. Baki kılmak ortadan kalkarken, beka kalkmaz. Bu menzil, insanın yerde ve gökteki herkesten üstün olup bütün varlıklar arasında Hakkın maksadının insan olduğunu gösterir, çünkü Allah onu tecelligâh edinmiştir. Burada kastettiğim insan-ı kâmildir, çünkü insan Hakkın suretiyle kemâle erebilir. Aynı şekilde bir ayna yaratılış bakımından tam olsa bile, bakanın suretinin kendisine yansımasıyla kemale erer. Onun mertebesi budur. Mertebe ise, gaye demektir ve ilahlık meluhların varlığını talep eden isimlerle tamamlanır. Öyleyse ondan herhangi bir şey eksik kalmaz? (Fütûhât-ı Mekkiyye, 11/337-338).
Bu bilgiden hareketle sorulması gereken ilk şey, hakikatin zeminidir.
Şeriat´ın ahirette göçenler için de hâlen geçerli olup olmadığını bilmiyoruz, ancak onun bu dünyadakiler (yaşayan insanlar için) geçerli olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla son tahlilde şeriata tabi hakikatin zemini de (ahiretin tarlası hükmündeki) bu dünya olmalıdır. Bu cihetten hakikat, ahirete uygun (şeriat üzere) yaşanması gereken bu dünya hayatının minvalidir.
Aynı bilgi ekseninde sorulması gereken ikinci şey, hakikatin keşfi olarak tasavvufun, dünyevî planda yaşayana ne kazandırdığıdır.
Muhtemel cevapları izleyen yazımızda iletelim inşallah.