Tarih: 30.09.2018 17:31

İnsan-ı Kâmil Avatar Değildir

Facebook Twitter Linked-in

30. 09. 2018 Pazar

Önceki yazımızda, hakikati, ?ahirete uygun (şeriat üzere) yaşanması gereken bu dünya hayatının minvali? olarak tanımladıktan sonra, dolayısıyla hakikatin zeminin bu dünya olduğunu söylemiş, şimdi hakikatin keşfi olarak tasavvufun, dünyevî planda yaşayana ne kazadırdığının sorulması gerektiğini belirtmiştik.

Bu sorunun karşımıza çıkardığı ikinci terim: Ahlâktır.

Hakikat, en azından İmam Gazalî´nin adlandırmasıyla ilmü´l-mükâşefe´de, keşfin hakikatliliği ve vera´ (şüpheli şeylerden sakınma) hâlinin doğru tahakkuku bakımından tasavvufun doğuşunda yerleşik bir terim iken, ahlâk, bir zühd hareketi olarak başlayan tasavvufun kendi sürecinde (iç işleyişinde) sonradan yüklendiği bir terimdir.

Hacı Bayram Başer, Şeriat ve Hakikat ? Tasavvufun Teşekkül Süreci adlı çalışmasında bu hususu şöyle özetlemektedir:

?İlk zahidler olarak bilinen kimselerin Kitabü´z-zühd´lerin de önemli bir yönünü oluşturan eleştirilerinin büyük ölçüde ahlaki yozlaşmaya yönelik tenkitler olduğu gözardı edilemez. Fakat bu durum yine de tasavvufun bir ahlâk hareketi olarak doğduğunu göstermeye yetmez. Aksi bir yaklaşım, İslam toplumunda bir tür ahlâk yoksunluğu sorununu gündeme getirirdi. Bu bakımdan sûfîlerin hem eleştirel söylemlerinde hem de pratik uygulamalarında öne çıkan taraf, ahlâkın varlığı ya da zorunluluğu değil, onun nasıl tahsil edileceğiydi. Bu nedenle tasavvufa, gelişim saiklerine göre bir çerçeve çizmek istediğimizde, en doğrusu, onun bir ahlak eğitimi ya da ahlaklanma olarak tanımlanması olur.?

Bunlara göre hakikatin ve doğuşunda değilse de süreci içerisinde tasavvufa dahil olan ahlâkın, tasavvufu belirleyen iki temel terim haline geldiği; bunun bugün de halen yürülükte olduğu bir gerçektir.

Dolayısıyla, makamın onunla nitelenene göre değil, makamın kendisine göre konuşulmasını edebî bir gereklilik sayan İbnü´l-Arabî´nin insan-ı kamili de hakikat terimi üzerinden temelendirmesi, bizim bunları birer fenomen olarak almamızı ve bu doğrultuda bir çözümleme yapmamızı haklı kılar.

Ancak burada hakikat ve ahlâk fenomenleri üzerinden asıl kendisinin bilgisine ulaşamayı gaye edindiğimiz insan-ı kâmilin bir idea ve giderek idealize edilmiş bir tip(leme) olup olmadığı sorunu ortaya çıkacaktır ki, bizim insan-ı kâmili konu edişinimizin asıl nedeni de budur.

Zira, içinde yaşadığımız dünyada ve onun bu zamanında, insan-ı kâmilin tasavvuf esaslı olarak bir tür avatar, tarikat şeyhlerinin de o avatarın distribütörleri sanılması ve dolayısıyla buna bağlı olarak oluşan ilgili muhtelif bid´atlarla tasavvufî zeminin giderek bâtıla kayması, düşünen her Müslüman´ın bu tehlikeyle bizzat yüz yüzeliği nedeniyle de, sorumluluğuna dahildir.

Meseleyi bu minval üzere sorgulamaya çalışırken, hakikatin zeminini, içinde yaşadığımız ?(ahiretin tarlası olan) dünya? diye belirdiğimize göre, bu manada ahlâka da bir zemin belirlemeyiyiz ki, tasavvufta esas değeri yüklediğimiz hakikat ve ahlak terimleriyle müşterek olan sonraki hükümlerimizde bir çelişki ortaya çıkmasın.

Ahlâk, ahirette kendisinden sorgulanacağımız iyi/kötü hâllerimizin toplamıdır. Ahirette ahlâk bakımında oluşacacak yeni hiçbir şey yoktur; orada, ahlâk adına burada ne yapmışsak ondan hasıl olana göre oluşacak olan (ilahi karar) vardır. Hâliyle ahlâk, cennet / cehennem ehlinden oluşumuza dair orada verilecek hükme esas, burada oluşturduğumuz iyi/kötü karşılıktır. O halde tıpkı hakikat gibi ahlakın zemini de içinde yaşadığımız dünyadır.

Bu belirlemeyi de yaptıktan sonra, artık insan-ı kâmilin hakikat ve ahlâk ile ilişkisi yönünden bir avatar veya bir avatarın temsilcisi olarak şeyhlere distribütörlük veren ultra-sürreal bir varlık olmadığını, bilakis onun da her insan gibi ?ahiretin tarlası olan? şu dünyanın mukimi olduğunu söyleyerek, konuşmamızı sürdürebiliriz.

İbnü´l-Arabî´nin insan-ı kâmil ile ilgili temellendirmesinde, İlâhî isimler (ve bu isimlerin yaratma, sevgi, merhamet, öfke... vb. şeklinde imkan / istidat / istihkak olarak insanlara etkisi / taşınması) yönünden düşünüldüğünde herhangi bir çelişki yoktur. Ancak söz konusu çelişkisizliğin tam olarak belirlenmesi için öncelikle hak(ikat) teriminin, çok geniş olan anlam yelpazesinin bir hülasasına erişmemiz gerekmektedir.

Kur´ânî (?De ki: Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur.? İsrâ Suresi, 17:81) bir terim olan ?hakk?, el-Hakk, hakça, hakkında, muhakkak, hakkaniyet, hakikaten, hakikat, tahkik, tahakkuk, ihkak, hukuk... vb. dilimizde isim, sıfat, fiil ve zarf kipleriyle yerleşik olan birçok kelimenin köküdür.

Hak kelimesinin, düşünce dünyamızdaki yerini ve görünürlüklerini yorulmadan öğrenmeniz bakımından sizleri İhsan Fazlıoğlu´nun Kendini Bulmak, Kendini Aramak, Derin Yapı adlı kitaplarındaki ilgili bahislere yönlendirirken, söz konusu hülasayı, Özkan Gözel´in Öznenin Hakikat Kaygısı adlı kitabından yapacağımız birkaç alıntıyla vermek isteriz.

İzeyen yazımızda, inşallah.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —