“Tanrı’nın bu dünyada gereksiz yere büyük bir imparatorluğa sahip milletlerin varlığına izin vermesi Türklerin en büyük talihidir”
Söz Montesquie’ye ait; Romalılar hakkındaki ünlü eserinde böyle söyler. Aktaran Liberal Düşünce dergisinin 95. sayısının editörlüğünü yapan akademisyen Bengül Güngörmez Akosman.
“Kuvvetler ayrılığı” görüşü ile tanınan Fransız düşünür Tanrının Türklere tanıdığı bu lütuftan/ talihten müştekidir. Aslında bütün Batılılar aynı kanaattedir. İşin daha acıklı yanı ise batıcılarımızın da bu ayrıcalıktan hiç hazzetmiyor olmalarıdır. Ellerinden gelse buna dair hafıza ve müktesebatımızda ne varsa iz bırakmamacasına silmek isterler.
Oysa bu o kadar kolay değildir; hatta imkânsızdır. Çünkü “imparatorluk” alışkanlığı sadece Selçuklu ve Osmanlı ile tanıştığımız bir husus değildir. İslam öncesinden getirdiğimiz bir hasletimizdir.
Jean Paul Roux kadimden beri gelen bu anlayışı belirli bir ideal uğruna, yani tüm halkların birleşmesi, dünyanın uyumlu bir yönetime ve barışa kavuşması amacına yönelik olduğunu söyler. (Türklerin tarihi. Sf:33. Kabalcı. 2013). Aynı yazar “Kozmik merkezli bir dünya düzeni Türklerin genel gayesi olduğundan Türk devletleri dünyanın tümüne hâkim olmayı amaçlamışlardır” şeklinde ifadeler kullanır.(Age. Sf:85)
Bu husus Oğuz Kağan tarafından şu cümlelerle dile getirilmiştir:
“Yurdum ırmaklarla denizlerle dolsun/Gökteki Güneş ise yurdun bayrağı olsun/ İlimizin(devlet) çadırı yukarıdaki gök olsun/ Dünya devletim olsun, halkım çok olsun”
Güneşin bayrak, gökyüzünün çadır ve dünyanın devlet olduğu düşüncesi açıkça kadimden beri Türklerde bulunan “devlet” anlayışını ortaya sermektedir.
İslam ile birlikte bu hal “tevhid” ve “adalet” idealleri ile bezenmiş ve bu hale Osman Turan “Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” adını vermiştir.
Bu ülkü ile yüklü bir kafanın Batı-merkezli dünyayı tanıması; yapılan haksızlıklara göz yumup itiraz etmemesi haliyle mümkün değildir.
Zira devlet olmak her şeyden önce bir gelenek işidir. Her toplum kendi geleneği ile mütenasip devlet oluşturur.
Bu bağlamda Anadolu çok büyük potansiyel taşıyan bir kara parçasıdır. Üzerinde imparatorluk tecrübelerinin asırlarca yaşandığı yönetim merkezi.
Sözü tekrar Jean Paul Roux’a bırakalım:
“Türklerde imparatorluk kurma eğilimi vardır. Türkler sözcüğün tam anlamıyla yeryüzünün hükümdarlarıdır. Kurdukları ve hiçbiri diğerine benzemeyen imparatorluklar iki bin yıl boyunca bazı ortak özelliklere sahipti. Bu imparatorluklar birer halk mozaiğiydi. Türkler bu imparatorluklarda halkları uyum içinde bir arada yaşatmaya çalışıyor, onlara güçlü bir biçimde merkezileştirilmiş ve despotik bir iktidarın yönetimi altında kimliklerini, dillerini, kültürlerini, dinlerini, hatta çoğunlukla önderlerini muhafaza etme hakkını da tanıyorlardı” ( Age. Sf:41)
Gel de bu gerçeği ulus-devletçi ulusçulara anlat!
Türk töresinde “Tanrı” ve “kağan” anlayışının asla keyfi bir yönetim olduğu zannedilmemelidir. Aslında “kağan “ toplumun nezdinde “Tanrı” tarafından sınırlandırılmış vaziyettedir. Din tarih boyunca hukukun kaynağı olduğu kadar, bireysel ve kamusal özgürlüklerin de kaynağı olarak işlevsellik taşımıştır.
Devlet(İl) olmak için halk, hâkimiyet ve hukuk bağları çok önemlidir. Devletsizleşmek aynı zamanda kağansızlaşmak demektir. Bu husus tarihi Bengü Taşlarında açıkça görülmektedir. Çin tutsaklığındaki Türklerin söylediği cümleler şöyledir:
“Devletli budun idim, devletim şimdi nerede; kim için ülkeler kazanıyorum dermiş. Kağanlı budun idim, kağanım nerede; hangi kağana işi gücü veriyorum dermiş. Böyle diyerek Çin kağanına düşman olmuş” (Türk Kağanlığı ve Türk Bengü Taşları. Ahmet Bican Ercilasun. Sf:433 Dergâh. 2016)
Anlaşılacağı üzere günümüzdeki ne ulus devlet anlayışı ve ne de Batı taklitçiliği Türkün tarihi tecrübeleri ile uyuşmamaktadır.
İşbu nedenlerle Türkçüler ve Tengriciler söylemlerini Türk’ün töresi ve cihan hâkimiyeti mefkûresi ile test etmelidirler.
Aksi halde bilerek yahut bilmeyerek Batının “Batı-merkezli dünya” fırınında pişirdiği ekmeğine yağ sürmüş olurlar.