İslam tarihi, sahip olduğu ilmi iktidarın hizmetine veren âlimlere tanık olduğu gibi, iktidarların karşısında ilmin onurunu koruyan âlimlere de tanık olmuştur.
Âlimin tavrı konusunda İmam Malik’in tavrı son derece önemlidir. Muhammed Ebu Zehra’ın klasik eseri “Mezhepler Tarihi”nden okuyalım: “Genç adam (İmam Şafi) yirmi yaşlarına geldiğinde ilimde fetva verecek ve hadis aktaracak seviyeye gelmişti. Fakat ondaki ilim arzusu Mekke duvarlarını aşmış ve ötelere uzanmaya başlamıştı. Çünkü ilmin ülkesi ve sınırları yoktu. O sıralar, Medine’de bulunan İmam Malik bin Enes’in adı Şafi’nin kulağına çalınıyordu. Bu büyük İmam’ın ismi o kadar şöhret bulmuştu ki, kervanlar hep ondan haberler getiriyorlardı. Bu durumda, İmam Şafii için bu imamla karşılaşmak ve dolayısıyla Medine’ye gitmek kaçınılmaz olmuştu.
Ancak Şafii, İmam Malik’in ilminden yoksun bir dağarcıkla İmam Malik’e gitmek istemedi. İmam Malik’in “el- Muvatta” adında meşhur bir kitabı vardı. Şafii, kitabı Mekke’de birisinden ödünç alıp okumuştu. Medine’ye gitmeye karar verdikten sonra kitabı tekrar tekrar okudu. Böylece, zaten rivayet ilminde belli bir yeri olan Şafii, kitap sayesinde İmam Malik’in fıkhıyla da tanışmış oldu.
Şafii, yola koyulurken Mekke valisinden Medine valisine hitap eden bir mektup da almıştı. Mektupta Şafii’nin İmam Malik’le karşılaşması için gerekenin yapması isteniyordu.
Yakut el-Hamevi, “Mu’cemü’l- Üdeba” adlı eserinde, bu mektubun ve karşılaşmanın öyküsünü İmam Şafii’nin dilinden şöyle anlatılmaktadır: “Mekke valisine gittim ve ondan Medine valisine hitaben yazılmış bir mektup aldım. Sonra Medine’ye gidip, mektubu Medine valisine verdim. Mektubu okuduktan sonra şöyle dedi: Medine’den yalınayak ve yaya olarak çıkıp Mekke’ye kadar gitmek, bana Malik bin Enes’in kapısına gitmekten daha kolay gelir! Onun kapısında durmayıncaya kadar alçalma hissini hiç tatmamıştım… Bunun üzerine ben, Allah valinin işini rast getirsin, vali isterse onu huzuruna çağırabilir, dedim. Vali, heyhat! Keşke ben ve maiyetim at sırtında (dışarıda) gezerken üzerimize kırmızı toprak bulaşsa da (ona karşı) bazı isteklerimize ulaşabilsek, dedi. Vallahi aynen dediğim gibi oldu ve üzerimize sanki kırmızı toprak bulaştı. Beraberce gidip Malik’in kapısına vardığımız zaman, bir adam ilerledi ve kapıyı çaldı. Bunun üzerine dışarıya siyahi bir cariye çıktı. Vali ona, efendine benim kapıda beklediğimi söyle, dedi. Cariye içeri girdi ve biraz gecikti. Sonra dışarı çıktı ve şöyle dedi: Efendim sana selam söylüyor ve diyor ki: Eğer valinin bir sorusu varsa, onu bir kâğıda yazsın, cevap verelim. Hadis için geldiyse, hadis meclisinin gününü biliyor, çekip gitsin. Bunun üzerine vali cariyeye, efendine söyle, yanımda Mekke valisinden önemli bir konu hakkında kendisine yazılmış bir mektup var, dedi. Cariye yine içeri girdi. Bu sefer elinde bir sandalye ile dışarı çıktı ve onu bir yere bıraktı. Az sonra, İmam Malik tüm heybet ve vakarıyla huzurumuzdaydı. Uzun boylu, yaşlı ve kır sakallıydı. Oturdu. Vali mektubu ona takdim etti. Mektubu aldı ve okumaya başladı. “Bu adam kendi halinde biridir. Ona hadis okutup iyilikte bulunasın…” cümlelerini okuyunca, mektubu elinden attı ve “Sübhanallah!” artık Rasulullah(s.a.v)’ın ilmi de aracılarla mı öğretiliyor, dedi. Valiye baktım, onunla konuşmaktan çekiniyordu. Bunun üzerine ona yanaşıp şöyle dedim: Allah işinizi rast getirsin. Ben Muttaliboğullarından biriyim. Durumum ve hikâyem şöyle şöyledir… Beni dinledikten sonra bana baktı, ferasetli bir adamdı. Adın nedir, diye sordu. Muhammed’dir diye cevap verdim. Şöyle dedi: Ey Muhammed, Allah’tan kork ve günahlardan sakın. Çünkü senin ileride büyük bir konumun olacak. Allah, senin kalbine ışık vermiştir. Onu günahlarla söndürme. Sen, yarın olunca buraya gelirsin, seni okutacak olan da gelir.”(1)
Bu anlatım, Müslüman âlimlerin ilmin onurunu korumak için ne kadar gayret gösterdiklerini ortaya koymaktadır. İslam tarihi, ilmi, iktidarın emrine vermek ile ilmin onurunu korumak ve onu iktidarın baskısı dışında tutabilmek için yapılan mücadelelerin tarihidir aynı zamanda.
İlk dönem İslam tarihinde Müslüman âlimler, özellikle Muaviye’nin iktidarı bilinen yöntemlerle ele geçirdikten sonra, ilmi, hukuku ve ümmeti onların keyfi yönetimlerinden korumanın savaşını vermişlerdir. Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafi, Ahmet İbn Hanbel, İmam Malik ve Hasan Basri gibi büyük isimler ilmin onurunu baskıcı yönetimden korumak için canları pahasına çaba gösterdiler.
Âlimler, Peygamberlerin varisleri olarak, ilmi saltanatın baskısı altına girmesini önlüyorlardı. Bu çaba ilmin özerk bir alan olarak bağımsızlığını korumasını sağladı.
İmamların ilimin bağımsızlığını korumak için takındığı tavırda kırılma noktasını Ebu Hanife’nin öğrencisi İmam Yusuf’un resmi kadılığı kabul etmesi oldu. İlmi, iktidarın hizmetine vermek konusunda bu kabul dönüm noktası oldu.
İslam tarihinde ilmin devletin kanatları altına girmesi, birçok siyasi ve itikadı çalkantıların olduğu Selçuklular döneminde kurumsallaştı. Selçuklu siyasi iradesi- özellikle Nizamülmülk- dönemin siyasi, felsefi ve itikadı tartışmaları içinde bir çıkış yolu aradılar. Selçukluları bu arayışa yönelten faktörler şunlardı:
1- Yunan felsefesinin meydan okuması
2- Moğollar ve Haçlı Seferleri
3- Bâtıni grupların faaliyetleri.
Selçuklular, İslam tarihinin siyasi çalkantılar içine düştüğü, hilafetin zayıfladığı bir dönemde Nizamiye Medreselerini kurdular. “Nizamümlük’ün projelendirdiği Nizamiye Medreseleri, 11. Yüzyılın sonlarına doğru sistemleşecek ve ulemayı devlete bağlı hale getirecekti. Bu başa bağlılığın âlime-aydına bulaşacağının ilk belirtiydi.” (2)
Selçukluların bu hamlesiyle ulema devlete bağlanmış, ulema bir anlamda siyasal iktidarın dışında bağımsızlığını kaybetmiştir. Öte yandan Bâtıni tasavvufi akımların içine sızan hermetik unsurlar, Yunan felsefenin çevirisiyle İslam inancını tehdit eden metafizik anlayışlar sorun oluşturmaya başlamıştı.
Selçuklu yönetiminde bu karışık duruma son verecek, hem ilim hem de siyasal anlamda güçlü bir merkez oluşturma bağlamında bir arayış başlamıştır. Bu işi yapabilecek en güçlü isim ise İsmi herkes tarafından saygı gören ve büyük bir ilmi otoritesi olan İmam Gazali’dir. Selçuklulardan sonra İslam dünyasının ilim ve siyasal merkez arasındaki anlaşmada siyaseti Nizamülmülk, dini Gazali temsil ediyordu. Bu iki ismin temsil ettiği siyasi ve dini anlayış etkisini hala büyük ölçüde sürdürmektedir. Bugün, Türkiye’de hâkim siyasal aklın kodları bu iki isim tarafından belirlenmiştir dersek hata etmiş olmayız.
Kabul etmek gerekir ki, Gazali, İslam dünyasını tehdit eden Bâtıni ve felsefi akımlara karşı İslam’ı korumak konusunda büyük bir başarı sağladı. Ancak bu girişimin en sorunlu sonucu ulema- aydınların devlete ve iktidara karşı bağımsızlığını yitirmesi oldu. Tarihsel süreçte bu ilişkiden siyaset daima galip çıktı ve âlimler siyasal konularda fetva veren resmi devlet memuruna dönüştüler. Bu durum doğal olarak fitne kültürünü de devreye soktu; resmi ideolojinin dışındaki dini anlayışlar fitne çıkarmakla suçlandı ve tekfir edildi.
Bu gelişmeye en büyük tepki tasavvuftan geldi. Onlar siyasal merkezden uzaklaşarak, tabiri caiz ise toplumsal çevrede görev aldılar. Böylece tasavvuf- medrese çekişmesi ortaya çıktı. Ancak tasavvufun felsefileşmesi ve hermetik akımların etkisi altına girmesi, sorunlu bir anlayışa kapı araladı. Bu noktada Gazali, dayandığı anlayış dolayısıyla İslam dışına çıkma potansiyeli hayli yüksek olan tasavvufi akımları Kur’an ve Sünnet çerçevesinde tutmak için önemli bir sentez gerçekleştirdi.