Yerellikte Türkiye Örnekliği-Sosyolojik Analiz
Din Devlet Toplum
Sosyopolitik olarak toplum, din ve devlet anlayışlarında temel yaklaşımların çerçevesinde Türkiye özelinde analizlerle kurucu ideolojik değerleri, yaşanan son asırlık süreci ve geleceğe dair süreçleri anlamlandırmanın önemini belirtmek gerekir.
Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan yeni Türkiye’nin kuruluş sürecini şekillendiren sosyopolitik yaklaşımlar 2. Mahmut değişim çabalarına kadar götürülebilir. Kahir ekseriyeti Osmanlı Devleti’nin teşvik ve destekleri ile batıda eğitim görmüş Osmanlı münevverleri imparatorlukların sonunun kaçınılmazlığı karşısında kurtuluş reçeteleri aradılar. Temelde dört farklı siyaset anlayışı etrafında toplandılar. Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık olarak tasnif edilebilecek olan bu siyasi anlayışların paradigmal kutuplaşmaları ise Batıcılık-Türkçülük bloku ve İslamcılık-Osmanlıcılık bloku üzerinden şekillendiği söylenebilir. Yusuf Akçura’nın meşhur makalesi olan üç tarzı siyaset belgesinde İslamcılık ve Osmanlıcılık aynı anlayışlar olarak tanımlandığını da ayrıca not etmek gerekir. Burada esas olarak çatışmanın Türkçülük-Batıcılık ideolojik bloku ile İslamcılık/Osmanlıcılık arasında şekillendiği söylenebilir.
Bu iki kutup İttihat Terakki içinde saltanatın otoriterliğine karşı ortak cephede buluşur. Ancak 1921 meclisi bu iki kutuplu çatışmanın en derinden yaşandığı zeminlerden biri olarak kuruluş sürecinin sancılarının ilk işaretlerini verir. Yeni Türkiye Cumhuriyetine rengini ve ideolojik karakterini veren Türkçülük-Batıcılık bloku olur. Bu ideolojik hesaplaşmanın sancıları kuruluş döneminden tek partili dönemin sonuna kadar oldukça ağır gerçekleşir.
İdeolojik bağlamda Batıcılık ile sitemin genetiğine sekülerizim ve laiklik, Türkçülük ile ulusalcılık/milliyetçilik işlenir. Kemalizm’in altı ilkesi arasında laiklik ve milliyetçilik başköşede yerini alır. Yeni düzenin önündeki engeller her alanda devrimler yoluyla kaldırılır.
Birinci dünya savaşına, Çanakkale’ye, kurtuluş savaşına ruhunu veren “Anasırı İslam” sadece statükonun yeri geldiği zaman kullandığı bir araç olmaktan öte bir anlam taşımaz. Bu bağlamda Lozan’da İslam unsurları bağlamında etnik unsurlar homojenize edilir.
Kurucu statükonun uygulamaları toplumda dirençle karşılanır. Ancak jakoben bir yaklaşımla bu itirazlar her alanda kanla bastırılır ve toplum sindirilir. Ortaya çıkan itirazların, oluşan isyanların temelinde iki keskin dinamik vardır. Laiklik ve ulusçuluk/milliyetçilik. Hilafetin kaldırılması, şapka inkılabı, harf devrimi, takvim ve tatil günlerinin değişimi, ezanın Türkçeleştirilmesi gibi uygulamalar İslami değerlere sahip çıkmak isteyen toplum tarafından itirazlarla karşılaşırken, resmi dilin Türkçe olup diğer dillerin yasaklanması, zorunlu tehcir, kültürel alanda tek tipçi uygulamalar, yer isimlerinin değiştirilmesi gibi hususlar ise ulusçuluk/milliyetçilikle gelen etnik ayrımcılık ve asimilasyon uygulamalara karşı itiraz ve isyanlara yol açıyordu. Tevhid-i tedrisat, diyanet işleri kurumunun tüm dini kurum ve hizmetleri dizayn etmesi gibi kimi radikal katı değişimler hem etnik hem de laiklik temelli ortak rahatsızlıkların toplumda itiraz ile karşılanmasının beraberinde getiriyordu.
Yeni statükonun inşasında bir dış akıl olduğu vurgusu birçok konun uzmanı tarafından dile getirilir. 24 milyon kilometrekarelik bir imparatorluktan 780 bin kilometrekarelik bir bakiye üzerine kurulan yeni Türkiye devleti son Osmanlı Mebusan Meclisinin belirlediği misak-ı milli sınırlarını bile koruyamamıştır. Yeni kurulan devlet sömürgecilik uygulamalarının yeni bir prototipi olarak mı tasarlandı? Bu önemli sorunun yanıtını Lozan’a kadar uzanan başını Fransa ve İngiltere’nin çektiği ilişkilerin gizli ajandalarında aramak gerekir. Kendi toplumunun tüm medeniyet değerlerine savaş açan ve batılı efendilerin talimatları ile şekillenen yeni statükonun açtığı toplum-devlet arasındaki derin yara hala günümüzde bile kanamaya devam etmektedir.
Tek partili milli şef dönemi ikinci dünya savaşı sonrası çok partili sisteme geçişin beraberinde getirdiği kısman toplumcu siyasetin derin şoklarını fazla taşıyamadı ve statüko 1960 askeri darbesiyle kendi evlatlarını yedi. Menders ve arkadaşları CHP içinden gelen siyasilerdi. Topluma yönelik hak ve özgürlüklere yönelik talepleri kısmen karşılayan ezanın arapça okunması, imam hatiplerin ve ilahiyat fakültelerinin açılması, seçim siteminde halikın seçme ve seçilme hakkına saygı, toplumun refahını artırmaya yönelik yatırım ve politikalar gibi statükonun özüne dokunmayan yüzeysel toplumcu siyaset pratiklerine bile sitem tahammül gösteremedi.
Darbeler adeta statükonun ideolojik terbiye aracı haline geldi. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve son olarak 15 Temmuz girişimi toplum ile devlet arasındaki bitmek bilmeyen derin çatışmanın kanlı şahitleri olarak tarihteki yerlerini aldılar. Darbelerin arkasında hep küresel sömürgeci güçler oldu. Bu durum bile kurucu ideolojinin mimarlarının dış sömürgeci akıl olduğunu göstermeye yeter.
İkinci dünya savaşı sonrası oluşan yeni çift kutuplu dünya düzeni sömürünün yeni değişen stratejilerini de uygulamaya soktu. Türkiye yerini NATO üyeliği üzerinden ABD öncülüğündeki batı kapitalizminden yana yaptı veya böyle olmak mecburiyetinde bırakıldı. Ekonomik, siyasi, kültürel işgalin her tonunun yaşandığı dönemlere şahitlik edildi. Sözüm ona bağımsız olan ülke batılı sömürgecilerin talanına maruz kaldı veya buna elverişli batılı efendileri tarafından terbiye edilmiş yönetici elitlere üzerinden topluma dayatıldı. Bu nedenle toplumla devlet arasında hiçbir zaman bir güç, ruh, medeniyet, değer, ilke birlikteliği oluşmadı.
Meşhur tabirle ileri kol jandarmalığı neyi öngördüyse o yerine getirilmeye çalışıldı. Seçimler bir tiyatrodan ibaretti. Akredite edilmiş siyasi parti ve aktörlerden bir iktidar oluyor ancak hiçbir zaman muktedir olamıyordu. Kıbrıs gibi küçük itirazlar da bile acımasızca cezalandırılıyor. Zaten her alanda bağımlı kılınan ülke ağır ambargolarla terbiye ediliyordu. GALDYO gibi yer altı aygıtları toplumcu siyasetin çığlıklarını üretmeye çalışan her aktörü etkisiz kılabilecek, çözecek, manipüle edecek yöntemleri pratize ediyordu. Yani dış akıl hep bir adım önde oluyordu her konuda.
Statükonun değişimi cılızda olsa Menderes ve Özal dönemlerinde kendini göstermeye çalıştığında GLADYO vb. aygıtların karanlık, acımasız hamleleri devreye giriyor ve statüko her defasında aldığı kurbanlarla kendini daha güçlü kılıyordu.
Statükonun değişimini zorlayan en güçlü dalgalar Ak parti döneminde kendini sarsıcı bir şekilde ilk kez gösterdi. Medya, sermaye, bürokratik oligarşinin muhtıra, parti kapatma, gezi olayları gibi sosyal blokajlar ve en nihayet askeri darbe teşebbüsleri bile bu bağlamda başarılı olamadı.
Ancak Ak parti iktidarının 15 Temmuz sonrası dönemde yaşadığı değişim toplumcu siyaset reflekslerini hızla kaybederek statükonun yeni bir sentezinin üretilmesine everildiğini gösteriyor. Bu durum statükonun Ak parti üzerinden reorganizasyonu olarak tanımlanabilir.
Ak partiyi var eden değerlerin ikliminde Türkiye İslami mücadele serüveninin müktesebatı olduğunun altını çizmek gerekir. Bu durumu devlet-toplum buluşması veya barışması olarak okumak yanıltıcı olur. Sekiler, laik ulusalcı genetiğe sahip statükonun Ak partinin değerlerini araçsallaştırarak kendini daha güçlü hale getirmesindeki başarısı olarak görmek gerekir. Çünkü sitemin amentüsü niteliğindeki yapısında köklü bir değişim yaşanmamıştır.
Yeni toplumcu, evrensel hak ve özgürlükleri merkeze alan, katı jakoben bizantist laiklik ve etnik ulasalcı vurgulardan arındırılmış yeni bir anayasa hala yapılamamıştır. Paradigmal değişimin turnosol kâğıdı niteliğindeki Kürt meselesine yönelik yapısal değişim dönüşümler gerçekleşmemiştir. Statükonun ruhuna sinmiş olan etnik ayrımcılık ve ötekileştirme hayatın her alanında farklı yeşil/muhafazakar bir makyajla bu kez karşımıza çıkmaktadır. Ayrımcılığın nepotizme kadar mikro düzlemlere indirgendiği bir ahlaki çözülme ve niteliksizleşme statükonun tüm ideolojik aygıt ve kurumlarını hızla kuşatmaktadır.
Küresel sömürgeciliğin tüm organ ve aygıtlarına bağlı bir entegrasyon devam etmektedir. Yeni başkanlık sistemin uygulamaları üzerinden oluşan otoriterleşme ve buna bağlı olarak yasama, yürütme ve yargı ergleri arasındaki güç ayrılığı ve sitemin iç denetim dinamiklerinde etkinliğin zayıflaması sonucunu beraberinde getirmektedir.
Bu ana başlıkların dışında toplumcu siyasetin reflekslerinin her alanda güçlendirilmesi gerekir. Bu bağlamda yerelleşme/desantralizasyon toplumcu katılımcı siyasetin temel stratejisi olarak gündeme alınmalıdır. Sosyal devlet uygulamalarının merkezinde insan ve insana dair hak ve özgürlükler yer almalıdır. Eğitim ve sağlıktaki ölçüsüz ve kontrolsüz özelleşme, gelirler ve vergilendirmelere yönelik dengesizlikler. Çalışma hayatı ile ilgili gittikçe çetrefilleşen uygulamalar. Çalışan ve üreten kesimlerin her sektörde ağırlaşan koşulları, iklim değişikliğine bağlı değişen ekolojik dengelerin yapılaşma, tarım, enerji vb. alanlarda oluşturacağı travmalara yönelik duyarlılıkların sistemsel düzenlemelere yansıtılması gibi alanlarda kendi medeniyet iklimimizin vahiye dayalı fıtri açılımlarını derinleştiren yeni paradigmal yaklaşımlara ihtiyaç olduğunun altını çizmek gerekir.
Küresel sömürü düzenin tüm yer küreyi bir yok oluşa götüren öncelikleri bizim önceliklerimiz olamaz. Bu bağlamda vahiy temelinde insan-insan, insan-eşya/madde ve İnsan-Allah ilişki kodları ontolojik temelde yeniden tanımlayan küresel yeni bir paradigmanın arayışlarına yönelinmelidir.
Bu bağlamda bu yazı dizisi bu tür arayışlara bir işaret fişeği mahbesinde kaleme alındığının altını çizerek sonlandıralım.
Kaynak: Farklı Bakış