Necmettin TÜRİNAY yazdı...
İlâhiyatçılar Türkiye’de modernist veya pozitif, ya da muhafazakar yanları ile devamlı eleştirilir. Kamuoyu onları bu yanları ile izler, şöyle veya böyle kategorize etmeden de yapamaz. Dolayısıyla ilâhiyat hocalarının yazdığı bilimsel makale ve eserler, yaptıkları televizyon konuşmaları içeriğinden ziyade uslûpları, dini telâkki biçimleri ile gündemimizde bir yer tutar.
Küfreden Düşünme Karşıtı Şükreden Düşünme Prof. Dr. İlhami Güler Ankara Okulu Yayınları 2019 208 sayfa
Ne var ki bu şematik yaklaşımlar, Türkiye’de oluşmuş mevcut ilâhiyat birikimini kavramamızın önünde büyük bir engel teşkil etmektedir. Dolayısıyla ilâhiyat çevreleri sahip oldukları bilgi ve düşünce birikimini henüz daha tam olarak ortaya koyamamış, özellikle de dindar kamuoyu ile doğrudan ilişki geliştirememiş sayılırlar. Bunda kuşkusuz dinî kamuoyunun geliştirdiği olumsuz yargılamalar kadar, ilgili hoca çevrelerinin oluşturmaya çalıştığı yeni din dilinin ve hâiz oldukları dinî temsil kabiliyetinin noksanlığının da büyük bir payı bulunmalıdır. Dinî mevzuları yazar veya anlatırken, dinin kendine mahsus kavramlarından alabildiğine kaçınmak, bunun yerine Batılı kavramları veya öztürkçelerini bile-isteye tercih; dahası din alanına bir nesne gibi yaklaşmaklar, inanan biri gibi değil de dine dışarıdan, hariçten biri gibi bakmaklar bu arada zikredilebilir. Bazan bir tür entelektüel snopluğa, bazan bilimsel bir tutuma veya oryantalist tavra kadar açılım gösteren bu tür yaklaşımların üzerinde durulmak gerekiyor. Ne yazık ki bu tür tutumlar ilgili çevreleri dini temsil noktasından uzak tuttuğu gibi, hitap ettikleri çevrelerden de kendilerini koparıyor ve lâzım gelen bir vakar yüksekliğinden onları alabildiğine yoksun bırakıyor. İlgili çevreler bu hususta lâzım gelen bir özeleştiriyi göze almayacak olurlarsa, on dokuzuncu yüzyıldan artakalan eski aydın/ entelektüel tanımlamalarının dışına çıkamayacaklar demektir.
Bunları niçin söylüyorum? Prof. Dr. İlhami Güler’in, “Küfreden Düşünme Karşıtı Şükreden Düşünme” adlı eseri (2019), doğrudan bu konularla ilgili. Daha doğrusu da ilgili eser ve İlhami Güler’in bizzat kendisi, bu tür meselelere temas etmemizi zorunlu kıldığı için. İlhami Güler, Ankara İlâhiyat Fakültesi öğretim üyelerinden. 1959’da Erzurum’da dünyaya gelen Güler’in en başta, “Konularına Göre Sistematik Kur’an Fihristi” olmak üzere sayısız eseri bulunuyor. Güler’i Türkiye kamuoyu yerine göre sivri, yerine göre de tartışmalara yol açan bazı dinî telâkkileri ile tanıyor. Bunun altında da, çağdaş İslâm düşünürlerinden Fazlurrahman vasıtası ile edindiği “tarihselci” yaklaşımı yatmaktadır. Fakat çeşitli makalelerden oluşmuş bulunan eseri gözden geçirilince, İlhami Güler’in makul bir tutum arayışı içinde olduğunu da söylememiz gerekiyor.Tarihselci yaklaşımların Batıda, Tevrat ve İncil çalışmaları sırasında bol bol kullanıldığını biliyoruz. İlgili dini eserler kendi zamanlarında metne dönüştürülmediği için, aynen bizdeki hadis derlemeleri gibi bir mahiyet arzetmektedir. Dolayısıyla bizdeki hadis kritikçiliğini batılılar Tevrat ve İncil’e uygulamakta, derleme ve kayıt zamanlarının sosyal ve siyasal önyargılarından ilgili rivayetleri arındırabilmek için akla karayı seçmektedirler. Bu araştırmalardan ve geliştirilmiş metodik tutumlardan, ortaklaşa kabul görmüş bir sonuca ulaşılabileceğini söylemek de pek mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla Fazlurrahman’ın veya bizdeki tarihselcilerin takip ettikleri metodun, Kur’an’ın mevsûkiyetinden şüpheye dayanmadığını ilk elde söylemek durumdayız. Nitekim İlhami Güler bu noktadan hareket ediyor ve özellikle de fıkıh ve kelâma dair geleneksel çıkarımların yenilenmesi ihtiyacını vurgulamaya çalışıyor.
Fakat bu noktada söyledikleri, önemli bazı riskler de barındırmıyor değil. Meselâ bu yenilenme ihtiyacının altında yatan nedir? Çağdaş modern Batılı hayatın meşrulaştırılması mı yatıyor bunun altında? Hayır, onun yorumlarından ben böyle bir kanaat edinmedim. Kaldı ki kendi çalışması “Sabit Din Dinamik Şeriat” adlı eserinin altında yatan da aynı husustur. Bu yüzden Mecelle musannıfı Ahmet Cevdet Paşa’nın “zamanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü” prensibi, onun dayanakları arasında önemli bir yer tutuyor. İlhami Güler’in dikkate değer bir yanı da dini, kuru akılcılığın dışına çıkarak izah denemelerine girmesidir. Aynı tutum, “ilâhi vahyin mahiyetini” açıklarken daha bir berraklaşıyor. Mistik sezgi ve ilhama o kadar önem veriyor ki, bunu dinin temel rükünlerinin başına yerleştiriyor bile diyebiliriz. Çağdaş Batılı filozoflar kadar eski fıkıhçıları, kelâm düşünürlerini de kuru mantıkçı tutumları dolayısıyla durmaksızın eleştiriyor. O ayrıca İslâmi geleneği sarmış, kuşatmış bu kuru mantıkçı tutumunun, Aristo ve Eflatun tesiri ile izah edilebileceğini öne sürüyor. Bir de tarih içinde oluşmuş fıkıh, kelâm, hadis ve tasavvuf gibi disiplinlerin, dinin (iman-islâm-mistik sezgi ve takva) bütünlüğünü gözden kaçırdığını, buradan da bir tür meslek körlüğünün doğduğunu söylemeye çalışıyor.
Güler’in bu tespitleri kuşkusuz yerinde. Fakat bunların ilk defa dile getirilmiş görüşler olmadığını da hatırlamak durumundayız. Yirminci yüzyıl başlarındaki Türk-İslâm düşünürleri ve bu arada Said Nursi, aynı hususa sayısız kere parmak basmışlardır. Nitekim İlhami Güler’in de önem verdiği düşünür Fazlurrahman, “vahyin menşe ve mahiyetini” açıklarken nasıl Şah Veliyyullah Dehlevi ve Muhammed İkbal’i arayıp buluyor ve kendini onlara istinad ettiriyorsa, yerli ilâhiyatçılarımızın da kendi düşünce geleneğimizle aynı şekilde ilişki kurabilmeleri icap ediyor. Kaldı ki büyük düşünceler veya yeni tecdit denemeleri gücünü sırf redcilikten değil, üzerimizde bıraktıkları “ihya” tesirinden almalıdırlar. Böyle bir tesir bırakırlarsa, ancak o zaman pâyidar olma şansına ererler. Bu yapılamadığı ve yeni dinî telâkkiler geleneksel birikimle iyi takviye edilemediği takdirde, onlar bizim üzerimizde amaçları dışında sekter tesirler uyandırmaktan kurtulamazlar.
Onları bizim mantığımızı ikna etseler bile, içimize yatmayan bir yanları daima bulunur.