İlahiyat Fakülteleri ve İmam-Hatip Okullarının 1933 yılında topyekûn kapatılmasından hedeflenen şey kim ne derse desin, olabildiğine açıktı. Dinin eğitimini veren, İslam’ı şu veya bu şekilde öğretme misyonunu üstlenmiş kurumların mevcudiyeti dini itikat ve zihniyetin yeniden üretilmesini sağlayacaktı. Aksi ise dini itikat ve pratiğin kökünün kurutulması, görünürlüğünün tamamen ortadan kaldırılmasıydı.
Türkçeleştirilen dinin zamanla itibarının da yok edilmesiyle tamamen yok olacağı beklentisi tipik on dokuzuncu yüzyıl pozitivist anlayışının alaturka bir taklidinden ibaretti. Bu pozitivizm tabii ki dinin her türlüsünü bir hurafe olarak görüyordu ve bilimin gelişmesiyle dinin kendiliğinden ortadan kaybolmasını bekliyordu. Oysa bu pozitivist anlayış Avrupa’da hiçbir zaman devlet eliyle bu kadar zorla uygulanmadı. Beklenti işin “kendiliğinden” gerçekleşeceğiydi. Oysa alaturka laiklik işi kendi haline bırakmıyordu. Özü itibariyle hurafe sayılan din, devletin kararı ve düzenlemesiyle tamamen toplumsal sahadan siliniyor, varolan sivil dini faaliyetler bile yasaklanıyordu. Tekke ve zaviyelerin yanısıra sivil eğitim faaliyetleri anlamında Kur’an kursları ve medreseler de zaten kapatılmış, her türlü faaliyetleri yasaklanmıştı. Bu uygulamalar ancak Bolşevik Demir Perde ülkelerinde görülebilecek cinstendi.
Bütün bu uygulamaları yirmi yıl kadar en radikal biçimde devam ettiren CHP’ye ne oldu da tekrar İlahiyat Fakültelerini ve İmam-Hatip Okullarının açmaya ikna etti?
Bu durumun aslında birçok önemli sebebi vardı. Birincisi, çok partili demokratik hayata geçilmiş olmasıydı. 1946’da ilk çok partili seçimleri CHP “açık oy, gizli tasnif” hileleriyle kotardıysa da durumun sürekli olamayacağını görmeye başladı. Oylar açık olduğu halde gizli sayılan oylardan yaklaşan büyük bir halk tepkisi açıkça görünüyordu. Halkla daha fazla çatışarak bir yere gidilemeyeceği öngörülüyor, halkla en iyi iletişim kanalının yine din üzerinden kurulabileceği düşünülüyordu. Yani İlahiyat Fakültelerinin ve İmam-Hatip Okullarının açılması CHP’nin demokrasiye ayak uydurma yolundaki ilk adımlarından biri, halkın da ilk kazanımlarını oluşturuyordu.
Ancak bu karara varması dahi o kadar kolay olmuyordu. Çünkü tek parti dönemi boyunca dinin her türlü görünümüne karşı soğutulmuş insanlarda yeni bir ideolojik takıntı oluşmuştu. Bu takıntıya karşı yeni bir karar almak o kadar kolay olmuyordu. O yüzden CHP’nin 1947’deki 7. Kurultayındaki ateşli tartışmalarda bu kararı savunanların kurulu ideolojiyi ikna için geliştirdiği argümanlar bunun dine (gericiliğe) bir taviz değil, ancak bu gericiliğe karşı daha etkili bir mücadele yolu olacağını göstermeye çalışıyordu.
Sonradan bu iş TBMM’nde görüşüldüğünde de benzer argümanlar tekrarlanacaktı. Söylenen şey özetle şuydu:
“Bu İlahiyat Fakültesinin açılmasıyla zannetmeyin ki, İnkılaplarla birlikte tarihe gömülen gericilik tekrar hortlayacaktır. Bilakis bu fakültelerde dinin hurafelerinin, mitolojilerinin gerçeğini halka bilimsel yolla anlatacak din sosyologları, din filozofları yetişecektir. Orada Şeriatın pratiği olarak görülen Fıkıh okutulmayacaktı.”
Bu teminatlarla yetinmeyebileceklere ise TCK’ya meşhur 163. Maddenin eklenmesiyle bu adımların açabileceği geriye dönüş yollarının tıkanacağı teminatı veriliyordu.
Kısaca yasaklayarak, halka zorla benimsetilmeye çalışılan ideoloji şimdi yetişecek olan din bilimcilerince aktarılacaktı. Bu gerekçenin altyapısını oluşturan, o dönemlerde yaşanmakta olan halk gerçekleri de vardı. Bu da aslında daha önemli ikinci nedeni oluşturuyordu. O da baskı ve yok etme politikalarının giderek iflas etmekte olduğuna dair intibalar oluşturan gelişmeler. Yasaklanan din yeraltına inmiş, halk kendi ihtiyacını kendi imkanlarıyla ve gizli gizli yerine getirmeye başlamıştı. Üstelik devletin kontrolü altında olmayan denetimsiz tarikat ve cemaat teşekkülleri her şeyi kontrol etme arzusu taşıyan bir iktidar için kaygı verici görünüyordu.
Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmış olan “Modern Türkiye’nin Doğuşu” kitabının yazarı Bernard Lewis bu vahim durumu şu sözlerle ifade edecektir. “Sağlam bir din eğitiminden geçmiş insanların kıtlığı çoğunlukla talihsiz sonuçlarla... meydanı bağnaz ve cahillere bıraktırdı. Ekim 1949’da kapılarını öğrencilere açan İlahiyat Fakültesi’nin restore edilmesi, en azından kısmen, şüphesiz ki bu nedenleydi” (Lewis, 1991: 414).
Böylece İmam-Hatip okulları ve İlahiyat Fakültesi büyük ölçüde devletin halk üzerinde kaybetmiş olduğu kontrolü yeniden sağlama girişimi olarak açılmıştır. Biraz garip bir kaygı ama neticesi neresinden bakarsanız dindar halka yaramış bir kaygı. Neticede devlete 1933’te son dinî eğitim kurumunu kapattıran saikler 1949’da yeniden açtırmıştır denilebilir.
Yine de bu kurumların yeniden açılmasına yeşil ışık yaktıran beklentiler, yani din adamı değil, din sosyoloğu, bilimcisi, felsefecisi beklentisi uzun süre bir rol tanımı olarak belirleyici olmuştur. İlk açıldığında bütün kadro bu tür insanlardan oluşmuştur, İslam’ı doğru dürüst bilen hiçbir hocası olmamıştır İlahiyat Fakültesinin.
Daha önceki İlahiyat Fakültesinde de hoca olan Yusuf Ziya Yörükan, İslam Mezhepleri Tarihi’ne, Ankara Etnograyfa Müzesi Müdürü olan Remzi Oğuz Arık İslam Sanatları Tarihi Kürsüsüne, yine önceki İlahiyat Fakültesi hocalarından Türk dil Kurumu Üyesi Hilmi Ömer Budda Dinler Tarihi’ne ilk atanan profesörler olurken İslam Hukuku Profesörü Esat Arsebuk de İlahiyat Fakültesinin ilk dekanı olarak atandı.
İlahiyat Fakültesinin ilk söylemleri tam da beklendiği gibi olabildiğince oryantalist bir yaklaşıma sahiptir. Buna karşılık bu ilk eğitimin etkisiyle ikinci kuşak hocalar arasından Bahriye Üçok, Neşet Çağatay gibi isimlerin yanı sıra Necati Öner, Talat Koçyiğit gibi isimler de yetişmiştir.
Daha sonraları ise, gelişen demokratik koşullar altında İlahiyat Fakültesi devletin beklentilerinden ziyade dindar halkın ulema beklentilerine cevap verme baskısını daha fazla hissetmeye başlamıştır. Bu da artık pekâlâ İlahiyat fakültelerinin aynı zamanda İslam’ın istenildiğinde en iyi şekilde öğrenilebileceği imkanların sunulduğu kurumlara dönüşmesini sağlamıştır. Bu yanıyla en azından yetmişli yıllardan itibaren aşamalı olarak İlahiyat Fakülteleri, İmam-Hatip okullarının yanısıra, halkın gerçek kazanımları olarak gelişmeye devam etmiştir.
Bugün zaman zaman gördüğümüz rol karmaşası biraz da bu kısa özetini vermeye çalıştığımız tarihle ilgilidir.