Etyen Mahçupyan yazdı
Muhtemel seçimlerde iktidarın kaybetmesine ve Türkiye’nin kolay yoldan ‘normalleşmesine’ bel bağlayanların psikolojisini anlamak zor değil. Gerçekten de son beş yıl bu ülkenin hasarlı demokrasi geleneği açısından bile zül olarak yaşandı. Öte yandan bu iyimser beklentinin gerçekçi bir karşılığı da var. İktidarın toplumsal desteği gerilerken, muhalefetin en kötü koşullarda bile çok daha özgürlükçü ve akılcı bir yönetim getireceğini öngörebiliriz.
Bazı laik çevrelerdeki kimliksel reddiyeciliği bir kenara bırakırsak, söz konusu iyimserlik ve aktivizm duygusunun değerli bir yönü var. Muhalefeti demokratik değerler yönünde teşvik edebilir, özgüvenini artırabilir ve aralarındaki bağların güçlenmesine katkıda bulunabilir.
Ancak bugüne dek böylesi idealist beklentilerin devletin konum ve stratejisi karşısında ne denli naif kaldığını akıldan çıkarmamak iyi olur. Eğer bugün devlet adına düşünen ve davrananların siyaset üzerinde etkisiz olduğunu düşünüyorsak, bu beklentileri gönül rahatlığıyla sürdürebiliriz. Ancak eğer devlet adına düşünen ve davrananların siyaset üzerinde etkili olduğunu gözlemliyorsak, bu etkinin seçime giderken ve seçimden sonra da devam edeceğini, yeni dönemin bu kısıt altında oluşacağını kabul etmemiz gerekir.
Daha önceki iki yazıda (“Acaba bu iktidar devletin başarısı mı?”, 20 Eylül; “Erdoğan-Bahçeli ilişkisinin ‘derin’ anlamı var mı?”, 27 Eylül) Türkiye’de siyasetin son beş yılının sadece Erdoğan üzerinden irdelenemeyeceğini, devletin niçin bir ‘aktör’ olarak denkleme eklenmesi gerektiğini açıklamaya çalışmıştım. Ayrıca devlet kanadının Bahçeli üzerinden inisiyatif kullanarak Erdoğan’ın kararlarındaki hareket alanını sınırlamaya çalıştığı gözlemini yapmıştım. Nihayet bu yakınlaşmanın arkasında yine son beş yılda belirginleşen bir ‘yeni’ İttihatçı bakışın yattığını söylemiştim. Söz konusu bakış laik/dindar karşıtlığını muğlaklaştıran, buradan ‘yerlilik’ üreten, bağımsızlıkçılığı öne çıkarırken sınır ötesine yönelik ihtiraslar taşıyan ve toplumu milliyetçilik zemininde buluşmaya davet eden bir atmosfer üretmiş durumda.
Erdoğan’ın kendi dindar tabanını ekonomik ve kültürel açıdan beslemeye çalışması ona muhalefet karşısında bir kaldıraç sağlasa da yönetimin üst katmanlarına baktığımızda dindarlığı değil, devletçi oportünizmin aktörlerini görüyoruz. Bugün rejime damgasını vuran niteliğin İslam olduğunu söylemek herhalde mümkün değil. Aksine gücü, iktidar olanaklarını ve tahakkümü meşrulaştırmayı hedefleyen, Türklüğü vurgulayan ve devletle iç içe oluşan siyasi koalisyonu kalıcı kılmak isteyen bir ortak irade var. İttihatçılık (ideolojik yönlendirmeleri dışında) bu iradeyi geçmişe ve geleceğe yönelik olarak ‘normalleştiren’ bir duygu zemini…
Ülkeye dışarıdan bakanlar, seçimlerin normal şartlar altında yapılıp yapılamayacağını sorgularken ‘Sisi’ modelinin Türkiye için de pekâlâ yürüyebileceği teşhisini koyabiliyor. Diğer taraftan yılların İslamcı ve (demokratik arayış anlamında) ‘itirazcı’ dergisi Gerçek Hayat ‘Hedefimiz Türk Birliği’ başlığıyla Türk Dünyası Özel Sayısı çıkarıyor… Bu emarelere şaşırıyorsak siyaseti de doğru okumuyor olabileceğimizden kuşkulanmamız lazım. Çünkü İttihatçılığın, adı konmadan siyaseti ve toplumu sarmalamasının doğal uzantıları ile karşı karşıyayız.
İsteyenler bu emarelere Kürt algısındaki son dönem değişimleri de ekleyebilir. PKK’nın doğrudan terör üreten eylemlerinin yaygın olduğu dönemlerde bile Kürtlerle Türkler arasında gündelik hayatta bir husumetin olduğunu söylememiz zordu. Aynı şekilde devletin insanlık dışı uygulamalarının hüküm sürdüğü yıllarda da Kürtlerin Türk karşıtlığını besleyen bir psikolojiye kaydığına tanık olmadık. Toplum güç kullananın, siyaseti belirleyenin, katı ideoloji sahiplerinin kim olduğunu görüyor ve sağduyusunu koruyordu. Ancak bugün yurdun farklı yerlerinde yaşanan olaylar bu iki kimliğin sahiplerinin gündelik hayatta karşı karşıya geldiğini gösteriyor.
Artık devletin şiddeti örgütlemesi gerekmiyor… Türk kimliğine sahip insanlar neredeyse ‘doğal’ bir tepki ile Kürt vatandaşlara saldırabiliyor. Göçmen politikasının zaaflarının bu dürtüleri artırdığı ve neredeyse ‘meşrulaştırdığı’ gözlemleniyor. Öyle ki Kürtler Türk muhayyelesinde sanki ‘göçmenleştiriliyor’. Devlet-Erdoğan işbirliğinin somutlaşması olan iktidar ise açık ve net bir şekilde Kürt meselesi diye bir sorunun olmadığını, ‘o işin’ çözüldüğünü söylüyor. Tarih bilenler için mesaj daha da açık olmalı… Aslında iktidar yeri gelirse ‘o işin’ nasıl çözüleceğine dair bir tasavvur sunuyor. Nitekim toplumun da giderek daha ‘kararlı’ bir kesimi bu tasavvuru paylaşmaya, taşımaya ve sahiplenmeye uygun hale geliyor.
Türkiye farkında olmadan İttihatçılığın ‘bizi biz hissettiren’ sularında yüzüyor ve bu durum oyları düşmekte olan iktidarın ideolojik olarak tutunabilmesi için bir payanda sağlıyor. Devletin ve Erdoğan’ın söz konusu payandayı kullanmamasını beklemek muhalefet açısından hazin sonuçlar doğurabilir. Dolayısıyla iktidar ve muhalefetin seçeneklerine bu çerçeve içinde bakmamız lazım.
Önce iktidarı ele alalım… Erdoğan’ın neredeyse tek başına karar alma avantajı büyük bir güç. Ne var ki ekonomide akılsızca kararlar alınmaya devam ediliyor, dış politikada giderek çıkmaza giriliyor, keyfilikler artıyor ve sonuçta oylar düşüyor. Eğer Erdoğan yönetimde başarılı olsaydı belki bugün devleti bir kenara koyan analizlere meyledebilirdik. Ama öyle değil… Dolayısıyla iktidar kanadında dizginlerin (ortağını ürkütmeme koşuluyla) devletin (Bahçeli’nin) elinde olduğunu söyleyebiliriz.
Oy kaybını izleyen koalisyon ortağı acaba nasıl davranacak? Erdoğan’ın hareket alanını genişletse mi? Daraltsa mı? Yoksa Erdoğan dışı bir aktörün peşine mi düşse? Erdoğan’ın hareket alanını genişletmek devlet açısından orta vadede istenen bir değişim olmamalı, çünkü iktidar paylaşımında her aktör kendi göreceli gücünü korumak ister. Bu şıkkın ancak mecbur kalındığı takdirde uygulanacağını düşünüyorum. Yani Erdoğan’a alternatif yoksa, seçim kesin olarak kaybediliyorsa ve de seçimi erteleme imkânı bulunmuyorsa… Böyle bir durumda Kavala’nın serbest kalması ve birkaç KHK’lının haklarının iadesi de dahil birtakım ‘yumuşatıcı’ adımların atılmasına, ‘demokrasiyi güçlendirme’ adı altında çabalara tanık olabiliriz.
Devlet Erdoğan’ın hareket alanını daraltmayı da düşünebilir. Yabancı basında ‘Sisi’ modeli olarak geçen alternatif bu… Yani Erdoğan’ın (belki fiziksel durumu nedeniyle) sembolik bir konuma çekilmesi, bazı bürokratların ve kurumların öne çıkması ve daha rasyonel, liyakate daha fazla önem veren bir iktidarın oluşması. Ortadan bölünmüş ama çatışma istemeyen bir toplum için ‘ideal’ bir çözüm…
Üçüncü alternatif ise Erdoğan’ın yerine farklı bir aktör (bileşimi) ile yeni bir iktidar koalisyonu oluşturmak. Acaba İYİ Parti ve CHP ‘yerli ve milli’ çizgiye davet edilebilir mi? Yönetim biçiminde belirli bir rahatlama ve iktidar olanağı karşılığında devletle ‘birlikte’ yönetmeye razı gelirler mi? Açıkçası ‘gelmezler’ demek zor.
Bence devlet aktörleri bu şıkları halen tartmakla meşgul. Aceleleri yok… Önlerinde bir yıl daha var. Bu bir yıl Erdoğan’a verilen avans niteliğinde. Erdoğan başarılı olur, oylarını yeniden toparlarsa ortak değişimine gerek kalmaz. Aksi halde ister istemez diğer alternatifler pişirilmeye başlanacaktır.
Ancak bu analizi siyasi ortamda yaşanacak gelişmeleri bir kenara koyarak yapamayız. Bu süreçte dünyadaki ve bölgedeki gelişmeler, Erdoğan’ın tutumu ve muhalefet aktörlerinin tercihleri de etkili olacaktır. Devlet de Erdoğan da bir yandan dışsal gelişmelere adapte olmaya ve onları kullanmaya çalışacak, diğer yandan her ikisi de aralarındaki ilişkiyi (birlikte) yeni bir safhaya taşımak isteyecektir. Eğer becerirlerse, seçmeni elde tutacak uygulamaların (sosyal destek, istihdam teşviki, orta sınıfın daraltılması) artması, beka söyleminin güçlenmesi, muhalefetin ‘milli’ kaygılar üzerinden paralize edilmesi, hatta bölünmeye çalışılması beklenir.
Ancak bu yönde bir çözüm üretilemezse devletin ikinci ve üçüncü şıkları değerlendirmeye başlayacağını ve Erdoğan’ın o noktada güçsüz kalacağını düşünüyorum. Bu durumda muhalefet kendisini bir anda farklı bir konumda bulabilir. Şu an için muhalefet kolay iş yapıyor… Karşısında sürekli yanlış yapan ve toplumsal desteği gerileyen bir Erdoğan var. Sadece ona konsantre olursanız yanlışlara işaret etmeniz yeterli. Ama bu iktidarın devleti de içeren bir koalisyon olduğunun farkındaysanız şu anki stratejinin yeterli olacağının garantisi bulunmuyor.
Öncelikle muhalefetin devletin üretebileceği ikinci strateji karşısında ne yapacağına karar vermesi, yani belirli bir tutumda anlaşıp anlaşamadığını sınaması gerekiyor. Devletin ‘Sisi’ modeline kayması halinde muhalefetin bir bütün olarak buna direneceğinin bilinmesi söz konusu alternatifin uygulanmasını zora sokacaktır. Öte yandan bu alternatifin farkında olunması, devletin de iktidar denkleminde yer aldığının kabulü olacağına göre, muhalefetin devlet anlayışının tartışmaya açılmasını ima edecektir. Eğer muhalefet demokrasinin inşasının sadece Erdoğan’ın gitmesiyle değil, devletin dönüşmesiyle mümkün olduğunda anlaşır ve bu yönde ortak bir pozisyon üretebilirse seçimin yapılmasını ve hatta kazanmayı garanti edebilir.
Şu gerçeği hemen her gözlemci vurguluyor: İktidar kendi yanlışları nedeniyle oy kaybediyor. Muhalefetin buna katkısı çok az… Seçmenin bir bölümü iktidardan uzaklaşsa da muhalefeti beğendiklerini söylemek zor. Çünkü muhalefetin Türkiye’nin geleceğine dair sözü yok. Oysa devleti demokratik yönde dönüştürme söylemi muhalefetin ihtiyacı olan ortak ‘hikâyeyi’ oluşturabilir.
Söz konusu ‘dönüştürme’ en azından şu tür sorulara ortak cevaplar vermeyi ima eder: Devlet-toplum ilişkisi toplumun gözleme ve denetleme gücünü artırarak, buna karşılık devletin toplum üzerindeki ideolojik ve fiziki baskısını azaltarak yeniden nasıl tanımlanabilir? Kamusal alan kavramını ve uygulamasını şu anki hiyerarşik yapısından daha özgürlükçü bir noktaya nasıl çekebiliriz? Yargı bağımsızlığını engelleyen ideolojik kabuller nasıl temizlenebilir? Ordunun hem siyaset üzerinde bir güç olmamasını, hem de siyasetin sekter bir yaklaşımla orduyu enterne etmemesini aynı anda nasıl sağlayabiliriz?