“İkra”; Oku, Ama Nasıl ve Niçin?

Allah’ın© kendisine “ikra!”, yani “oku!” derken, ümmî bir peygamber olan Hz. Muhammed’in(s), okuma ve dolayısıyla yazma konusunda formel bir durumunun olmadığını bilmiyor muydu? Elbette biliyordu.

“İkra”; Oku, Ama Nasıl ve Niçin?

Sait Alioğlu Yazdı;

 

“Yazı bilmem / Okurum yazı bilmem /  bu yıl burada kışladık / gelecek yazı bilmem”   

Yukarıdaki dörtlük, bir uzun hava biçimi olan hoyratta dile getirilen şey/olgu, bir kinaye olmakla birlikte, toplum olarak “öteden beri” okuma eylemi ile ilgimize atıf yapmaktadır.

Bununla birlikte, o olgu, yine toplum olarak okumaya verdiğimiz değer açısından, onun, toplum için kutsal bir iş, oluş, eylem olduğuna işaret etmektedir.

Yazının icadıyla birlikte, onunla hemhal olmuş milletlerin, ona yönelik “harf anlamında” şekillerle birlikte, ona atfettikleri değeri de içeren bir anlam dünyasının da varlığı söz konusudur.

Kur’an’da, “Allah kalem ile yazı yazmayı öğrettiği” ifade edilir.(Alak, 4)

Buradaki kalemin kişinin kendisine apaçık bir şekilde gösterilen ve hakikatten izler taşıyan beyyine (kanıt, delil) olduğu kabul görür. Bununla birlikte o kanıtların anlaşılmasını ve kabul edilmesini sağlama açısından belgenin ve bilginin varlığı söz konusu olur.

Bilgi, sözlü olduğu kadar yazılı olarak da ele alınabilir ama belge, tümüyle yazının varlığı neticesinde değerlendirilir. Ondan dolayı da, Sümerlerin “Söz uçar, yazı kalır!” esprisine vurgu sadedinde kaleme hem maddi, hem de manevi anlamda işaret ettikleri söylenebilir.

Surenin 4. Âyeti, aynı surenin 3.ve 5. Âyetleri ile birlikte okuduğunda, insana bilmediğinin öğretildiği de belirtilir. Ki, okuma ve yazma eyleminin bir bütün olduğu kendiliğinden anlaşılmış olur.

“Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Alak, 3. 4 ve 5. Âyetler)

Bu ayete ve olguya muhatap olan o dönemin Arapları Ümmi bir toplum olduklarından dolayı, yazma eylemine büyük oranda yabancı olsalar da, “okuma” konusunda, olguya pek de yabancı sayılmazlardı.

Zira ümmi konumda bulunan tüm toplumlar ve insanlar, yazma eyleminde bulunmamış ve yazı üzerinden şekilsel okumalar yapmamış olsalar da, toplumsallıktan tutun da, maddi ve fizikî çevre ile kâinatı okuma eyleminde bulunmuş olmaları lazım gelir.

Hoyrat’ra geçiyordu ya; “okurum yazı bilmem.” Diye…

Burada “okurum” derken, yukarıda mahiyetine atıf yaptığımız okuma biçimleri kastediliyor olsa gerek…

Bu okuma biçimine, salt yazı bağlamında “formel okuma” biçimi demeyecek olsak da, ümmî olarak adlandırılan insanların, atalarından, babalarından çeşitli şekilde ve sebep içre anlatılagelen konuları, kendi idrakleri bağlamında, tevarüsen zihinsel tedris yoluyla elde ettiklerini düşündüğümüzde, “okuması olmayan” bir toplumdan söz edilemeyeceğini de görmemiz gerekir.

Yani, her toplumun kendine has birçok okuma biçimi var demektir. “Kitaplı okuma, kitaptan okuma” her ne kadar önemli ise de, diğer okuma biçimlerinin de, “bilginin mahiyetini, anlamını, neye yaradığını ve onun doğrulanmasını temin için hangi kaynağa dayandığı, dayanmadığı önem kazanır.

Formel olmayan okuma biçimleri,”verilmek istenen mesajın” okunur mu; bu konuda “düşünsel bir birlik” sağlamak her ne kadar zor görünse de, formel anlamda “Tüm kitapların, bir tek kitabın anlaşılması için okunur” oluşuna, o cümleyi teyiden alışıldık bir cevap verdiğimizde, Hz. Ali’nin, “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı” esprisine bir anlam veremeyiz diye düşünmek gerekir.

Tamam, (formel şekliyle) okunan her kitap, okuyucusuna mutlaka bir şeyler verir. Bu verdiği şeyler, yani bilgiler, akla, onunla birlikte anılması gereken kalbe ve mantığa uygun olarak bir süzgeçten geçtikten sonra, “doğru ve yanlış” paralelinde var olan bir gerçeği yansıtır, ama hakikatin tamamını vermez, ortaya koyamaz…

Rasyonellik olgusu…

İşte, doğru ve yanlış paralelinde var olan olgu, “görünürlük anlamında” gerçeği içerir olması ile birlikte, rasyonelliği ve irrasyonelliği de içerisinde barındırır.

Rasyonellik çoğu kez hakikati içermeyeceği gibi, irrasyonellikte “yaşanılan anlamda” gerçeği yansıttığı oranda, olması ve ortaya çıkması gereken hakikat ile aynı kulvarda bir araya getirilemez…

Demek oluyor ki, “tüm kitaplar, bir tek kitabın anlaşılması için okunur” ifadesi, görünürde gerçek olduğu kadar hakikate içermeyip irrasyonelliği ortaya koymuş olur.

Bir tek kitabın anlaşılması mes’elesi, formel anlamda her kitabın okunması şeklinde değil de, insanın, onunla birlikte, kendinin(nefsinin) tanıması, toplumun ve kâinatın okunması ile vüzuha kavuşmuş olur.

Zaten Allah’ın© kendisine “ikra!”, yani “oku!” derken, ümmî bir peygamber olan Hz. Muhammed’in(s), okuma ve dolayısıyla yazma konusunda formel bir durumunun olmadığını bilmiyor muydu? Elbette biliyordu.

Yine Allah© bilir ki, elçisine “oku!” derken, formel bir okumadan ziyade, kendisine(aynı zamanda insanında) topluma ve kâinata “göz atıp” elde edilen bilgiyi gerçek ve hakikat süzgecinden geçirdikten sonra, elde edilen bilgi ışığında bir okuma eylemine girişmek söz konusu olabilirdi.

Bunun yanında, Onun(s) direkt vahiy yoluyla Allah’tan© aldığı bilgiler hariç tutulduğunda, O, yani peygamber’in(s)elde ettiği bilgiler, iğneden ipliğe” öteden beri gelen ve kendisiyle birlikte toplumun ortak malı olmuş ve elde ediliş biçimi açısından deneme ve yanılma yoluyla nesilden nesile aktarıla, aktarıla vücut bulmuştur.

Buna bir, iki örnek verebiliriz; 1)Onun(s) çobanlık ile ticaret konusunda elde ettiği bilgiler; 2)Hurma ağaçlarının aşılanması konusunda işi, Medineli hurma üreticilerine bırakması yani (“bu işi siz daha iyi bilirsiniz” diyerek, kendisinin tarımdan ziyade ticaret ve çonanlık gibi mesleklerle iştigal ettiğini vurgulaması) belirgin bir örnek olarak verilebilir.

Yani, “ben her şeyi iyi bilirim”ci bir tavır sahibi değil, kendisine geldiği için vahye dayanan bilgiler dışında kalan ve kendisinin bir nevi yabancısı olduğu konularda, işin ehlini işaret etmesi, Onun(s) en belirgin vasfını bizlere göstermektedir.

Yazı üzerinden olmayıp birilerinin anlatımı üzerinden maddi okumanın, kendi bütünlüğü içerisinde birçok önemli tarafı mevcut olsa da, Sümerlerin o meşhur “söz uçar, yazı kalır” esprisi bağlamında değerlendirildiğinde, “yüz yüze” iletişim kurularak ve için içerisine hissiyatında dâhil olmasıyla bir anlama mebni olur.

Bunda sözden ziyade hikmete de yer vardır. Aynı zamanda, bilginin, bu şekilde bir silsile içre geldiğinden dolayı sözel anlamda deforme olma durumu da söz konusudur.

Bunun yanında formel ve literal okuma biçimi, zemin açısından, içerisinde var olduğunu düşündüğümüz hissiyatı ve hikmeti bize göstermemiş olabilir. Bunları da bizim satır aralarında bulmamız icap eder.

Başa dönersek, her kitap bir tek kitabın anlaşılması için mi okur; o ayrı bir konu, ama sözel olarak “okuma”ın da birçok önemli tarafı var olsa da, “her hâlukârda” formel okuma biçiminden şaşmamak lazım gelir.

 

Kaynak hertaraf.com