İki Cinayet, İki Cumhuriyet

M. Mücahid Sağman, perspektif.online’da “İki Cinayet, İki Cumhuriyet” başlıklı bir yazı kaleme aldı

İki Cinayet, İki Cumhuriyet

17 Ağustos 1927’de evlenme teklifini reddettiği bir adam tarafından bıçaklanarak öldürülen Elsa Niyego, İstanbul Yahudilerindendi. Cinayet sonrasındaki gelişmeler, Cumhuriyet’in ‘öteki’ politikasını açığa çıkaran/derinleştiren oldukça politik bir sürecin parçası oldu. Tam 95 yıl sonra, İran’da Mahsa Emini isimli bir kadın, tıpkı Elsa gibi 22 yaşında öldürüldü. Mahsa, İran Kürtlerinden bir ailenin kızı. Onun da cenaze töreni çeşitli olaylara yol açtı.

 

Elsa Niyego İstanbul Yahudilerindendi. 17 Ağustos 1927 tarihinde evlenme teklifini reddettiği bir adam tarafından bıçaklanarak öldürüldü.[1] Cinayeti işleyen Ratıp Paşazade Osman Bey ortalama bir bürokratik güce sahip Osmanlı ailesine mensuptu. Haliyle İstanbullu Yahudiler onun kısa sürede hapisten çıkacağını düşünüyordu. Nitekim daha önce Elsa’ya rahatsızlık vermiş, onu öldürmekle tehdit etmişti. Ailenin şikâyeti üzerine kısa bir süre hapiste kaldı ama sonra serbest bırakıldı. Osman Ratıp, Elsa’ya karşı duyduğu aşkın karşılık bulmamasına ve Elsa’nın başka bir Yahudi genci ile nişanlanmasına tahammül edemedi ve onu iş çıkışı evine giderken katletti.

 

Bugün maalesef sıkça şahit olduğumuz kadın cinayetlerinden herhangi biri gibi duran bu cinayet aslında Cumhuriyet’in ‘öteki’ politikasını açığa çıkaran/derinleştiren oldukça politik bir sürecin parçasıdır. Cinayet sonrası toplanan ve adalet isteyen Yahudi cemaati üyeleri Cumhuriyet’in karanlık yüzü ile tanışmaya başladılar. Cenaze merasimi büyük bir kortej ile Arnavutköy Yahudi mezarlığına götürülürken devletin dikkatini çekmeyi başarmışlardı. Önce Yunus Nadi gibi dönemin etkin gazetecileri cemaati uyaran yazılar kaleme aldı. Ona göre yapılan şey apaçık devleti tehdit ve Cumhuriyet’in sadık yurttaşı olmamayı ilan etmekti. Dolayısıyla Nadi tehdit dolu bir yazıyla Yahudilerin kendilerine gelmesini istedi. Hemen ardından Cumhuriyet’in yılmaz savunucusu bazı gazeteciler de ‘ya sev ya terk et’ minvalinde yazılarla cemaatin üzerine gitmeye başladılar. Cumhuriyet savcısı kortej esnasında çıkan olaylar ve cemaat üyelerinin henüz Elsa’nın cesedi kaldırılmamışken söyledikleri sözlerden dolayı soruşturma başlattı. Gözaltına alınan cemaat üyeleri tutuklandılar ve cemaatin kefalet talebi karşılık görmedi. Adalet isteyen topluluğa karşı takınılan tavır oldukça sertti ve mesele Cumhuriyet’e karşı direnen Yahudi topluluğu noktasına kadar getirilmişti. Onların hem Türkleşmeleri hem de bu isyankâr tavrın bedelini ödemeleri gerekiyordu.

Kazım Karabekir ile yapılan görüşmede bunun bir isyan olmadığı, olayların tüm Yahudi cemaatini bağlamadığı defaatle dile getirildi. İsmet Paşa ise görüşme talebine olumlu karşılık vermemişti. Olaylar İzmir ve Edirne’ye sıçramış, oradaki Yahudi cemaati üyelerinin iş yerleri ve evleri taşlanmıştı. Türk Ocağı İzmir şubesinin organize ettiği büyük gösteride halk, devletin Yahudilerin okullarını kapatmasını ve onları ülkeden kovmasını istedi. Bazı gazeteciler Yahudilerin Türkçe konuşmamasını eleştirdiler. Aslında takınılan tavra bakıldığında Elsa cinayeti unutulmuş ve Yahudi cemaatine açıkça operasyon çekiliyordu.

Elsa cinayeti, belki kayıtlara geçen ilk kadın cinayeti olabilir ama sonrasında yaşananlar Cumhuriyet’in ulus inşasının despot karakterini anlamak için ciddi veriler sunuyor. Yahudi cemaatinin affedilmesi ve tutuklu cemaat üyelerinin serbest bırakılması için bazı şartlar öne sürüldü. Cemaatin artık Türkçe konuşması zorunluluğu, seyahat yasağı ve daha da ilginci inşa edilecek Mustafa Kemal heykeline yapılacak 50 bin lira bağış. Ayrıca İzmir Emniyet Müdürü’nün yeni alınan arabası için de İzmir Yahudi Cemaati’nden bağış talebinde bulunuldu.[2]

Seyahat yasağı o günlerde başka topluluklara zaten uygulanıyordu ve gerekçe, iktisadi hayatın içindeki ‘Türk’ varlığını artırmaktı. Hatta Ermeni ve Rumların seyahat yasağı ile kısıtlanması, olayların başından itibaren Yahudi karşıtı yazılar yazan Cumhuriyetçi çoğu gazeteciye göre Yahudi toplumunun zenginleşmesine yol açmıştı ve bu zenginlik zamanla güç dengelerini onların lehine değiştirecekti. Bu anlamda devletin resmi ve sivil tüm kurucu unsurları Yahudi cemaatine karşı bu cenaze törenini fırsat bilerek hamleler yapıyordu. Cemaatin cinayete ve cinayet sanığının akli dengesi olmadığına dair raporlarla hastaneye sevkine olan öfkesi de radikal uygulamalara kapı açmış oldu.

Cumhuriyet, bu öfkeyi bastırmak şöyle dursun oldukça profesyonel, planlı adımlar atarak bürokratik ve sivil kadrolarıyla Yahudi cemaatini sindirme kabiliyeti geliştirmişti. Niyego cinayetinden sonra yapılan protesto yürüyüşleri o günkü gazetecilere göre bir ihanet ve vefasızlık örneğiydi. Çünkü Yahudilere birçok coğrafyada saldırı varken, Türkler onları himayelerine alarak kurtarmışlardı. Cumhuriyet bu üstün fedakârlığı karşısında Türkleşmiş bir Yahudi cemaati görmek istiyordu. Çünkü ulusa hizmet bir borçtu ve bu borç ancak kimliğin ilkelerine sadık kalınarak ödenebilirdi. Yunus Nadi, Türk topraklarını vatan olarak kabul eden herkesin din ve ırk farkı gözetmeksizin Türk vatandaşı olduklarını kabul zorunluluğunu cemaate Cumhuriyet’in sopası ile tehdit ederek hatırlatıyordu.[3] Tutuklanan Yahudilerin avukatları, Türkiye’deki cemaat üyelerinin hiçbir zaman Siyonizm yanlısı olmadıklarını, aksine vatanına bağlı gerçek birer Türk olduklarını vurguluyordu.              

 

95 Yıl Sonra İran’da…

Bu olaydan tam 95 yıl sonra İran’da Mahsa Emini isimli bir kadın, tıpkı Elsa gibi 22 yaşında öldürüldü. Mahsa, İran Kürtlerinden bir ailenin kızı. Onun da cenaze töreni çeşitli olayların ortaya çıkmasına neden oldu. Protestolar İran rejimi tarafından ülkenin bağımsızlığına ve kuruluş ilkelerine ihanet addedildi. Çeşitli gazeteciler olayları çıkaranları Amerikan ve İngiliz ajanı olmakla itham etti. Olaylar, Emini’nin katledilme hikâyesinin dışında İran halkının yönetimin baskılarına direnişlerini açığa çıkardıkları bir özgürlük eylemine dönüştü. Protestocular İran bürokratik kadrolarının çürümüşlüğüne karşı yıllardır içlerinde tuttukları öfkelerini ortaya dökme fırsatı buldular. Bununla birlikte İran toplumunda 90’lardan itibaren oluşan kültürel ve sanatsal birikim de özgün itirazları besliyordu.

Devrim sonrası artan kent nüfusu ve devlet hizmetlerinde yaşanan büyük problemler halkın kendi örgütlenme biçimine ilişkin sorunlarını çözüme kavuşturmalarının önünü açıyordu. Mahalle dernekleri su, elektrik gibi temel sorunlar için örgütlü hareket etme imkânı sunuyordu. Bununla birlikte bu örgütlülük hali Bayat’a göre Mısır İslamcılığından farklı olarak alt-sınıfı örgütlü dışlanmışlar olarak sisteme karşı marjinal kılıyordu. Ona göre İran’da iktidardaki din adamları, mustaz’afin-yanlısı nutuklarına karşın yoksullar üzerinde asla tam bir hegemonya tesis edememiştir.[4] Bu grupların giderek sisteme karşı konumlanması, aynı zamanda devrimin anti-emperyalizm başta olmak üzere evrensel şemasına inanan ve bundan dolayı sisteme muhalif konumuna düşmüş bazı İslamcı grupları da onlara yakınlaştırdı. Böylece Tahran’ın varoşları sisteme karşı örgütlü hareket etmenin hem pratik hem de entelektüel yapısını besliyordu.   

 

İran ve Türkiye Cumhuriyetleri

İran ve Türkiye’nin cumhuriyetin kuruluş felsefesini hem teolojiyi hem de toplumsal ve siyasal olanı kapsayacak şekilde bir ulus inşası formasyonu haline getirmesi benzer süreçleri yaşatıyor. Türkiye Cumhuriyeti her ne kadar dini değerleri yönetim mekanizmasına dahil etmediğini laikliği ilan ederek beyan etse de, sonraki süreç teolojinin kontrolünü kaybetmek istemediğini açıkça ortaya koyuyordu. İlahiyat Fakültelerinin kurulması, devletin dini eğitimi tekeli altında tutacağına işaret ediyordu. Diyanet ise toplumsal dindarlığın organizasyonunu herhangi bir dini veya mezhebi yapıya bırakmamanın kaygısı ile ortaya çıktı. Öte yandan Atatürk’ün Gazi unvanı alması, sık sık dinin vicdanlarda yaşanmasına dair vurgular, Cumhuriyet’in dini, ulus inşasında kullanışlı bir aparat olarak elde tutmak istediğinin göstergesidir.

İran ise İslam Cumhuriyeti iddiası ile iktidar aygıtının merkezinde dini ilkelerin ve değerlerin olduğunu beyan ediyor. Bununla birlikte devrim kadrolarının ve devrime destek veren halkın iddiası sadece şeriatı mukim kılmak üzerine değildi. Onlara göre Şah, ülkeyi Amerikan kültürünün bir parçası haline getiriyordu. Şah, kültürel olarak Fransa ve İngiltere’ye daha fazla saygı duyan biriydi. İran’da çalışan 24 bin Amerikalı, Amerika’nın teknolojik üstünlüğünün bir sonucuydu; çünkü Şah, paranın alabileceğinin en iyisini istiyordu.[5]

Bu tablo, halkın İran’ın yerli ve tarihsel yapısına uygun bir lider ve rejim talebini güçlendirdi. Bu anlamıyla devrim, İran’ın kendi tarihsel kültüründen bir kor elinde tutuyordu. Hem Türkiye hem İran ciddi bir Kürt nüfusu barındırıyordu. Fakat işin ilginç yanı her ikisi de kendi ülkelerinde tarihsel ve kültürel olarak yok saydıkları Kürt nüfusunu Ortadoğu politikalarında özellikle de birbirlerine karşı araçsal olarak kullanmaya çalışıyorlardı. Sünni bir dindarlık ve modern saiklerle donatılmış Türk kimliği ile tarihsel olarak İslam coğrafyasında ötekileştirilip politize olmuş Şii İranlı kimliği, ulus refleksinde benzeşiyordu.

Ulus inşasında kent dokusuna uygun tasarlanan homojen toplum projesi, kimliğin denetimini kolaylaştırması açısından önemli görünüyor. Çoğu zaman dini, sosyal ve kültürel vecibelerin tek bir merkezden belirlenip toplumsal katılımı ve uyumu oluşturma hassasiyetini görebiliriz. Çünkü denetimli toplumsallık, hedeflenen güç amacını daha pratik şekilde elde etmeye neden olacaktır. Bu anlamda yakın zamanda ortaya çıkıp kendi küçük şehrinde homojen iktidar alanını inşa eden IŞİD benzeri yapıların da aslında birer ulus devlet yaratmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Merkezde olan kimliğin dini veya milli olması sonucu değiştirmez, sadece sürecin ana söylemini etkileyecektir. Toplumsal denetim mekanizmaları ile elde edilmeye çalışılan güç mahfilleri ulusa karşı üretilen örgütlü veya örgütsüz kalkışmaları dini ve milli bir ihanet olarak algılamaya müsaittir. Devlet ve toplumu sınırlayan yasalar anlamında da İran ve Türkiye arasındaki benzerlik, bu ulus inşa projesinin bir göstergesi olarak okunabilir. Aktaş’ın belirttiği üzere anayasal anlamda velayeti fakih vurgusu Atatürk milliyetçiliğinin bir kopyası gibidir.

Tüm bunlarla beraber İran’daki olaylara Türkiye’den destek veren ve bunu İran toplumunun İslam’a karşı direnişi olarak yorumlayan ciddi bir kitleden bahsedilebilir. Özellikle saç kesme eylemini başörtüsünün bizzat kendisine karşı yapılmış bir itiraz olarak okumak, Elsa cinayeti dahil laik cumhuriyetin ‘öteki’ topluma karşı yürüttüğü linç operasyonlarını karşılaştırmalı olarak anlamaya engel teşkil edecektir. Ulus inşasında dini değerler ile kültürel değerler arasında sınır mefhumunun oldukça soyutlandığı söylenebilir. Hem İran İslam Cumhuriyeti hem de Türkiye Cumhuriyeti, İslam dünyasına rol model olarak kendi tarihsel/kültürel kodlarını sunma çabasındalar. Halifeliği kaldırmasına karşın Türk tipi dindarlık ile modern dünyaya uyum sürecini bir örnek olarak gösteren Türkiye’ye karşı İran, hem dindar hem de sanatsal/estetik anlamda Batı’da kamusal görünürlük elde etmiş görünüyor. Haliyle İran’da ortaya çıkan protestolara karşı kendi toplumunun öfkesini sert şekilde bastırmış laik Cumhuriyet’i tavsiye etmek pek yerli yerinde durmuyor.

__

[1] Ayrıntılı bilgi için: Bali H. Rıfat (2000). Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri-Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945). İletişim Yayınları.

[2] Age. Sf. 128.

[3] Age. sf. 117.

[4] Bayat, A. (2008). Sokak Siyaseti İran’da Yoksul Halk Hareketleri. Çev. Soner Torlak. Phoenix Yayınları. Sf 243

[5] Mottahedeh, R. (2003). Peygamberin Hırkası; İran’da Din ve Politika, Bilgi ve Güç. Çev. Ruşen Sezer. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

 

Kaynak: farkıl bakış