Sait ALİOĞLU, 22. 08. 2018 Çarşamba
İnsanın tarihinde nerdeyse bir yığın olgunun parametresi sayılabilecek bir konumda olan ekonomik işleyiş açısından dünyevi değerlerin zemini sayılması icap eden tarım toplumu olgusu modernlik öncesinde tüm toplumlarda olduğu gibi Osmanlı toplumu içinde geçerli bir sebepti, herşeyden önce...
O uzun dönemlerde yönetim biçimi de neredeyse her toplum için krallığı da kapsar bir şekilde imparatorluktu. Geniş topraklara hükmetmek ve nüfusu elde tutmak için maddi güç, buna bağlı olarak emek ve bütünlük arzedecek bir yönetim biçimi gerektirecekti! Günümüz açısından anlamsız ve aynı zamanda ´sorunlu´ gibi dursa da o durumun geçmişle bir bağını kurmaya çalıştığımızda ´doğru ve yanlış´ taraflarlarıyla birlikte olayı başta anlamak ve kabul etmek zorunda kalırız.
Birde en başta bu şeklin idareci elit tarafından neden dolayı önemsendiğini, neye ve hangi argümanlara istinat edildiğini, o dönemlerin yanlışa yol açan taraflarına şerh düşme kaydıyla toplumların içerisinde bulunduğu, işleyişine ayak uydurduğu iktisadi yapıları, onların kriterlerini a´dan, z´ye disiplinel çerçevelerden kotarmak zorunda kalırız ki, işin künhüne vakıf olalım...
İnsanlık tarihinin neredeyse tamamına yakını, tarımsal ilişkiler bağlamında klasik bir hayat algısının da bir açıdan anlamını içerir. Sebep-sonuç ilişkisi bağlamında batının kendi dışında duran dünyayı başta anlamak, tanımlamak, katagorize etmek ve ondan kendi geleceği için ürünler devşirmek anlamına gelen coğrafi keşifler bir sömürü iç güdüsüyle çeşitli olay ve olguları da bir bir tetiklemiş oldu.
Modernizm ve sanayi devrimi kabilinden ortaya konan çabalar eskisinde bir isimlendirmeyi içermese de yeni dönemde modern zamanlar diye bir zaman diliminin tesmiyesini bir açıdan onaylamış oldu! Kadim, geçmiş ve olası gelecek sınıflandırmasının yerini ´klasik ve modern zamanlar´a bırakmış oldu. İktisadi açıdan bir tarım toplumu olan Osmanlı´da bu tasnif içre belirlenmiş oldu. Klasik zamanlarda tahrif temelli de olsa dayanak noktası salt din ve ondan neşet eden bir muhayyile ile birlikte anlam dünyası söz konusuydu.
Sanayi devrimi sonrasında esaslı bir değişim ve dönüşüme uğrayan batının, aynı hızla diğer toplumlara sirayeti sonucu o güne kadar geçmişi durgun, titrek ve mütereddid bir formda taklit ede gelen Osmanlıyı da etkilemiş, bir değişim ve dönüşüme uğratmıştı. Artık toplum kurucu unsurlar yer değiştirmiş, kalple birlikte yürüyen akıl, yerini modrernlik gereği faydacı temellere dayanan pratik ve kuru bir akla indirgemişti, vs.
Tarihen sabittir ki böylesi durumlarda esas değişim iktidar erki çevresinde oluşur ve topluma yayılırdı. Modern zamanlarda da bu işleyişe binaen Osmanlı´daki toplumsal bir değişim ve dönüşümünde iktidarda bulunan elitler vasıtasıyla, aydınların bu işi üstlenmesi sonucu oluşmuştu. Zihisellikte başlayıp hayatın her alanında neşvünema bulan bu tür durumlara koşut olarak yönetsel paradigmalar artık vazgeçilmezler kategorisinde değerlendirilir.
İşte, bizde 2.Mahmud´la başlayan batılılaşma çabaları batıya çeşitli açılardan karşıtlığı içeren paradigmalarında aynen, o vasatta batıya öykünme üzerine kurulu bulunan paradigmalarla birlikte mütalaa edilmeleri gerekir. Batılılaşma çabalarından ne umuluyordu ise de yüzlerce yıllık saltanatın tekelinde ve uhdesinde bulunduğuna şahit olduğumuz dini anlayış ve anlayışların, temelini Kur´an´dan kaynaklanan ilkelere dayandırma çabalarının hülasası sayılabilecek İslamcılık bile bizlere batılılaşma sonucu miras kalmıştı.
Yönetim biçimi açısından bilinen yegane yöntem olan mutlakiyetçilik, bugünlere gelinen süreçte yerini bir açıdan ´yasacılık, yasalcılık´ anlamına gelici bir tarzda oluşan meşrutiyete devretmiş oldu. O toplumsal kırılma ve aynı zamanda da yeniden toparlanma bağlamında hemen herkes tarafından kabul gören meşrutiyet bir nevi resmi görüş/ler sadedinde çeşitli paradigmalara da zemin hazırlamıştı.
İşte kendi üzerinden bir değerlendirme yapılabilirse eğer, bir yönetim biçimi olan meşrutiyetin, bizdeki serüveninin 2.Abdülhamid´in uzunca yılları kapsayan iktidar sürecine tekabül ettiği ve adına 2.Meşrutiyet denilen sancılı dönemin elbette kendi yapısına uygun paradigmalarının da olduğu ilgilisince bilinen bir gerçektir...
Ki, o paradigmalar o dönemin nasıl bir dönem olduğunu ortaya koyduğu gibi, kendilerinin de -yani paradigmaların kendisi- nasıl bir zeminde oluştuklarını da elbette ortaya koyar... O günden bugüne modern kulvarda birer yönetim ağırlıklı olarak birbirlerinin yerine geçebilen yönetim biçimlerinin kendi yapılarına has paeadigmaları da var olmuştur. Nasıl ki, Osmanlıcılık başta olduğu gibi, batıcılığın, Türkçülüğün ve İslamcılığın 2.Meşrutiyet´in klasik paradigmaları işlevi gördüğü gibi; cumhuriyet döneminde de gözle görülür bir ilgisizliğe adeta mahkum edilen İslamcılıkla birlikte, kısmen batıcılık içerisinde sayılan Türkçülüğün yerine cumhuriyet rejiminin kendini sağlama alma ve olası saldırıları bertaraf etme adına batıcılık ve muhafazakarlık, onun yani yeni rejimin paradigmaları olarak ön plana çıktı.
Kısmen tek parti döneminin ´tarih´ olmasıyla birlikte, günümüzde iktidar sahasında olan muhafazakar demokrasi üzerinden gelişen ve adına bir işlevsellikten yola çıkılarak ´yeni rejim´ diyebileceğimiz bir kulvarda ise, bu kulvarın hakim paradigmalarını salt demokrasi, liberelizm, muhafazakarlık ve bunların birbirlerini besler şekilde pratize edilmeye çalışılan türevlerini yeni paradigmalar olarak okuyabiliriz. Ör. Liberal, veya muhafazakar demokrasi...
Yaklaşık yüz küsur yıllık uzunca bir süreçte bu paradigmalardan yola çıkılarak dönemlerin çeşitli açılardan resimleri çekilmiş, o paradigmaların dönemlere ve yönetimlere yönelik etkileri üzerine söz söylenmiş, çabalar sergilenmiştir. Bu çalışmaların bir kısmı salt o paradigmaların kendisini çıplak olarak ele alıp, mahiyetini kavrama yoluna gitmiş, bir kısmı da o paradigmalar bütünlüğünde olayı bir şumul içerisinde ve her zaman toplumsal bağlamda önemi ve ağırlığı olan konu başlıkları çerçevesinde derinlemesine işlemeye çalışmışlardır.
Çeşitli yol ve yöntemleri kullanması sonucu o günkü var olan dile kıyasen farklı bir dil oluşturan batı her açıdan, dünyaya hükmetmeye başlamıştı. O günün geleneksel toplumlarının yaptığı gibi Osmanlı´da kendi aydınları/münevverleri bağlamında bu bozgun karşısında üç farklı dil ve söylem geliştirmişlerdi. Bunlar; batıyı ne olursa olsun tümden reddedenler, gerçek kurtuluşu yine ne olursa olsun batıda bulanlar ve batıtı tamamen reddeetmeden, onda kaybolan kendi hikmetini aramaya çalışan grup...
Osmanlı bir tercihle karşıkarşıyaydı, bir değişim ve dönüşüme de gebeydiyi aynı zamanda! Bu saydığımız üç cenah ´tamamen kabul, tamamen red ve onda iyi ve güzel tarafları alıp bir yenilenme olgusunu ön plana çıkarıyorlardı, kendi açılarından...
Şimdilerde bile daha doğru dürüst tartışmasını yapamadığımız modernleşme olgusu bundan yüz, yüz elli yıl önce çeşitli çevrelerce reddedilse bile olayı mahiyetine ve Osmalı´nın konumuna binaen ele alınıp tartışılıyor, etkisi en aza indirgenmek isteniyor, çeşitli dünya görüşleri, paradigmalar vücuda getiriliyor ve bu minval üzre dergi vs. gibi iletişim araçlarından azami oranda yararlanılıyordu.
Bir yanda salt Osmanlıcılık, bir yanda batıcı söylem, bir yanda Kur´an´ın aydınlığında meydana getirilmeye çalışılan İsmamcılık ve bir yandan gelişmelere uygun olarak toplumsal katmanlara yer bulan her çalışmanın mutlak surette sarayın müdahalesine maruz kalma halleri...
Saray başlıbaşına bir fenomen olarak gördüğü batıcılığa karşı sözde İslami değerleri savunmakta, onunla birlikte uluslaşma rüzgarı çerçevesinde oluşan Tükçülüğe kerhen de olsa kapı aralamakta ve beri yanda da İslamcı aydınların Kur´an´ın ruhuna uygun olarak yeni yeni oluşan bir dili kendine zarar telakki etmekte, ama ondan da sırf kendi saltanatını sağlama alma adına ´İslam Birliği Siyaseti´ adı altında işi olgunlaştırmaktadır.
Maalesef dünden bu yana var olan modernleşme ve onun türevlerinin amansız yapılanmasına karşın tarihçi, sosyal ve siyasal bilimciye kadar bir yığın insan sarayın bu manipülasyonunu göremeyecek kadar basiretsizlikler sergilediler! Burada batıcı ve Türkçü karakteri ağır basan insanları bir tarafa koysak bile, az çok İslam´ın ne olduğunu bilen, var olan yönetim şeklinin bir çoğulculuğu, katılımcılığı, danışma, yani şura/istişare ilkesini ve en önemlisi de adalet kriterini içermediğinden Osmanlı modelinin devr-i cumhuriyet´te bile zihinsel planda yer etmesini bir zuhul eseri saymamız gerekecektir...
Dün olduğu gibi batıcılığı savunanların kim ve kimler olduğu bugünde ayan beyan ortadadır. Ama bugünkü batıcıların jakoben seleflerine bakarak batının gelmiş olduğu durumu ve geçirmiş olduğu evreleri bilemedikleri ortada durmaktadır. Batı şimdilerde istisnai durumlar hariç demokratik kriterlere ve yeni insancıl söylemlere sahipken, batıcılarımız da bir ´ardıl´ olarak alabildiğine jakoben ve alabildiğine despot davranmayı bir miras gerekçesi olarak telakki ediyorlar...
Bununla birlikte saltanat karşıtı İslamcı çevrenin vermeye çalıştığı o berrak mesajlar el birliği edilircesine berheva edilmek istenmekte ve günümüzde İslamcılığın modernist bir ideoloji olduğu, İslam´ı sekülerleştirdiğini ve ilk çevrimcilerinin kavmi olarak Türk olmadıklarından yola çıkılarak bu ideolojinin yabancı bir ideoloji olduğu dünden bugüne vurgulanmaktadır. Halbuki bunu dile getiren aydınların ve akademisyenlerin İslam´dan ne anladıkları, kaynaklara bağlı kalınarak düşüncenin yenilenip yenilen/e/meyeceğini ve içerisinde bulundukları muhafazakar yapıların da bizzat aydınlanmacılığa karşı kilise nezdinde oluşturulan ´klasik batı tandaslı bir yapı olup olmadığı´ sorusu elzemlik kesbetmektedir...
İşte yukarıda da belirttiğimiz gibi 2. Meşrutiyet´in klasik paradigmalarından sayılan Osmanlıcılık, Batıcılık ve Türkçülüğe gösterilen müsamaha İslamcılığa gelince, ondan ´nedense´ esirgenmektedir...
Eğer İslamcılık iddia edildiği minvalde modern argümanlara istinaden batıcı bir ideoloji olarak ihdas edilmiş ise bundan yola çıkarak muarrızlarınca şiddetli bir eleştiriye tabi tutuması, buna kaynaklı teşkil eden ortamların, kullanıla gelen dilin vs. ´sebep-sonuç ilişkisi´ içerisinde bir tenkide tutulması gerekmez miydi"
Kaldı ki sadece Osmanlı bağlamında düşünür isek bile düşüncenin donuklaştırıldığı, kaynakların yeterince anlaşılamadığı ve bir yaşam biçimi olan İslam´ın sulta´nın emrinde bir ikiliğe -din/devlet- dönüştürülme çabalarının tavan yaptığı bir vasatta, o vasatı, sulta karşısından oyuncak hükmüne düşen toplum adına dönüştürme çabası içerisinde olan herhangi bir ideoloji, ya da salt karşı duruş neden garipsensin"
Yine kaldı ki toplum muhayyilesinde yüce bir değer olan din olgusu üzerinden ortaya konulan ve içeriğinde çoğulculuğu, fikir özgürlüğünü ve katılımcığı barındırmayan yönetimlere haklı bir karşıtlık bağlamında temeli ve içeriği ´şu veya bu tür´ donelerle doldurulup düzenlenmiş farklı ideolojiler, eğer temelden yanlış iseler bu yanlışları ilk başta despot yönetimlere borçludurlar, Osmanlı vs. örneğinde olduğu gibi...
Yine kaldı ki İslamcılık modern ve modernist bir ideoloji de ya diğerleri salt doğulu, ya da İslamcılığa inat kadim İslam düşüncesinin ´eskimeyen yeni´ kabilinden yenilenme/tecdid temelli birer düşünce ve yaşam formları mı"
Halbuki Osmanlı özelinde olaya baktığımızda Osmanlıcılık ta dahil tüm ideolojiler -batıcılık, Türkçülük vs.- toplumsal, siyasal, kültürel ve ekonomik vs. İslamcılık gibi var olan ve günden güne kendini dayatan bir ihtiyaca binaen gündeme gelmiş idiler, haddizatında...
Belki ilk başlarda bu formların tümü batıdan esinlenmiş olsalarda çeşitli açılardan Osmanlı coğrafyasının bütünlüğünü, halklarının birlikteliğini, refahını, mutluluğunu ve en nihayetinde de kahir ekseriyete sahip Müslümanların yeniden dirilişini önceliyordu. Dikkat edilrse o formlarda dili dönen ve kalem oynatan aydınların hemen hepsi zahiren de olsa düşüğnceleri bağlamında İslamla irtibat kurmaya çalışıyorlardı. Bu aydınların önemli bir kısmının parça doğrulardan yola çıkarak peyderpey İslam´dan, yani ana eksenden uzaklaşmaları da kendi iradeleri sonucu olsa da dini kendi saltanatının, bekasının sadece ve sadece birleştirici unsur olarak gören yönetim erki zevatın yaman bir psikoloji içerisinde belirginlik kazanan duruşlarının etkisiyle değil midir, acaba"...
2.Meşrutiyet´in klasik paradigmalarına koşut olarak cumhuriyetin elit ve jakoben bir avuç kadrosunun adeta İslam´ın kökünü kuruturcasına, dönemin diline uygun olarak tahkim etmeye çalıştığı batılılaştırma çabalarına karşıtlık paralelinde oluşan muhafazakarlık, daha açıkçası başta şekilcilik formatında, daha sonra ise, birebir kabullenmeye yanaşılmasa bile adım adım cumhuriyetin getirdiği ve karşılığında İslam´ın toplumsal temellerden yoksun bırakılmasına tekabul eden bir tarzda, vicdanlara hapsedilmesine dönüştürülmesi çabaları olarak varlığını bilinç dışı bir minvalde sürmektedir. Bu vahameti onlarca yıldır rejimin ustalıklı bir manipülasyonuyla sözde islam karşıtlığına dönüştürerek farklı ideolojik kesimleri o toplum nezdinde günah keçisine dönüştürme konusundaki çabalarda, etkiisi yer, yer azalsa da gözlemlemekteyiz...
Habire çeşitli gerekçelerle İslamcılığı eleştiren kalemlerin önemli bir kısmı yukarıda resmetmeye çalıştığımız muhafazakar ideolojinin fikir babası olan insanlardan bir hayli etkilenmişler, onların görüşleri ışığında muhafazakarlığa sığınarak kendilerini yeniden var etmeye çalışmışlardır. Kaldı ki bir batılı ideoloji olan muhafazakarlığın bizzat kendisi sığınmacılık felsefesi mucibince, karşıtına sığınarak var olma istidadının apaçık bir tefsiri hükmündedir!
Bu ideolojinin iz sürücüleri, çoğu zamanda haklı olarak jakoben karakterinden asla taviz vermeye yanaşmayan -gerçi o da bitiyor- Kemalist ideolojinin, resmi görüşün toplum nezdinde geriletilmesine vesile olması açısından, yine çağdaş batı muhayyilesinin birer ürünü olan demokrasi ve liberalizm gibi ideolojiler içerisinde de kalem oynatmaya, düşünce üretmeye çalışmaktadırlar. Bu çabalarında da muhafazakarlıkları önemli bir yer tuttuğu halde Kemalist ideolojinin peyderpey tökezlemesinden yararlarlamaya çalışıp var olan çıtayı biraz daha yükseltme uğraşısı içerisinde bulunuyorlar.
Elbette bu çabaları kısmi de kalsa İslam´ın yeniden toplumsal, kültürel, iktisadi ve siyasal bazda görünmesine katkı sağlamaktadır. Yani ´Ben bu toplumsal zeminde yer alacak isem, sistem mağduru keseimlerin olduğu gibi geniş Müslüman kesimlerinde bir yeri olmalı!´ anlayışına dayanmaktadır. Kısacası karşılıklı fayda fenomeni...
Ama nedense, ellerinde avuçlarında sıkıca tutmaya çalıştıkları ´servetin, sermayenin(!)´ İslamcıların eline geçmemesine yönelik olarak İslamcığı önce bir haşlama ve daha sonra ise onu modern/ist saiklere dayanıyor düşüncesiyle gözden düşürme çabaları... Öyle ki, el´an iktidarda bulunan ve geçmişleri İslamcılığa dayanan iktidar elitini muhafazakarından, demokratına ve oradan da liberaline kadar üçlü bir kıskaçla teslim alma ve on,u yazılı ve sözlü telkinlerle süratle İslamcı kulvardan koparma çabaları gözle görülür bir biçimde sürüp gitmektedir.
2.Meşrutiyet döneminde diğer ideolojilerden ziyade İslamcılığa karşı çıkış ve cumhuriyet döneminde de sistem muhalifliği açısından, onun yerini doldurmaya çalışan, ama aynı zamanda da sığınmacı bir mantıkla rejime ´menfaat´ açısından yanaşma uğraşısı içerisinde bulunan muhafazakarlık, üçüncü kuşak sadedinde ise, iktidarın nimetlerinden yararlanma adına İslamcılıkla üstü örtük bir mücadeleyi, yanına demokratları ve liberalleri de alarak sürdürmeye çalışmaktadır.
Bir jakoben karakterli modernleştirme ameliyesinin somut verisi olan Kemalist zihniyetin peyderpey yok olması ve ondan boşalan yerde muhayyel geleceğin kurulabilmesi için, el´an iktidarın merkezinde yer tutmuş bulunan liberal, demokrat ve muhafazakar paradigmalara karşılık, o jakoben dönemde din karşıtı laiklik paradigması ile birlikte yine, altı ok içerisinde mütalaa edilen kaba ve yerel paradigmlar da söz konuusu idi. 2.Meşrutiyet döneminde de hakim paradigma; başta Osmanlıcılık, daha sonra ise batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık idi.
İşin hülasası; anlam hanesinin karşısına onu betimleme açısından ister resmi görüş, ister istinad ve isterse de form vs. diyelim bir yönetim biçimi olan 2.Meşrutiyet dönemine ait paradigmalara kendi özgülükleri açısından bir göz attığımızda bsalt bir yönetim biçimini içerdiği gibi yine bu amaca yönelik olarak -sınırları geniş veya dar-halihazırda bir yaşam biçimini de içerdiği anlaşılmış olur.
Bu meyanda örnek vermek gerekirse batıcılık farklı amaçları da olsa nasıl ki kendine özgü bir dili ve yaşam biçimini içeriyorsa, aynen olduğu gibi İslamcılıkta farklı bir dil ve yaşam biçimi olarak kendini var kılar!
Ama batıcı kulvar içerisinde yürüdüklerinden olsa gerek pür batıcı aydınlarımız dışında kalan muhafazakar tandaslı aydınlarımız bile, yine bir faydaya mütevelliden ondan ne meyveler devşirseler de bunu dünden bugüne,i İslamcılıktan ve İslamcılardan esirgemektedirler. Onlar için esas olan ve temeli, kilisenin Fransız ihtilaline karşılık olarak yürüttüğü sosyal, siyasal, kültürel vs.çabalara dayanan ithal bir muhafazakarlık ideolojisini her derde deva kabilinden tedavülde tutmak olunca, oluşum zeminine bakmadan İslamcılığın temelini batının yeni kriterlerinden addedilen sekülerizme dayandırmaları sonucu doğurmaktadır.
Muhafazakar aydınların bu çabası çoğu kez çeşitli açılardan İslamcı cenah içerisinde sayıla gelen birçok kişiyi de etkilemekte ve yapıla gelen yanlışların esas adresinin muhafazakarlık değil de İslamcılık olduğu sayıklana durmaktadır, maalesef!
Demek ki modernleşme tecrübesine koşut olarak eskiden taviz vermeme adına, tüm yükün büyük bir ustalıkla İslamcılığın üzerine atılması daha faydacı, daha kolay ve resmi oluyor!
Bu bağlamda İslamcılık, "an´ın fıkhı"nı sürekli üretebilme, çağın gidişatını anlama, tanımlama, onu olabilirlik içerisinde kanalize etme ve ve ondan azami derecede yararlanma ve hak´ka şahitlik etme sadedinde kendine özgü bir paradigma ve dünya görüşü olarak kaygısı olan diğer toplumsal kesimlerle birlikte sahih bir geleneğin kapılarını arayabilir donelere en azından ilkesel bağlamda sahiptir.
Un olmadan ekmek olmaz... Dünya görüşü olmadan da ne bir paradigma olur ve ne de hiçbir şey...
Kaynak: kitaphaber.com.tr