İhtiyacın zaruret sayılması ve faizli kredi
1987 yılında bugünkü kadar katılım bankası yoktu ve vatandaşın nakit ihtiyacını bu bankalar karşılamıyorlardı. O yıl İslam Araştırmaları Vakfı (İSAV) bu konuda bir ilmi toplantı yapmıştı ve ben de orada bir tebliğ sunmuştum. Benim temel tezim ölüm veya organ kaybı tehlikesi zaruret hali olduğu gibi temin edilemediği takdirde hayatın zorlaştığı (meşakkat getiren) temel ihtiyaçların (havâic-i asliyenin) de zaruret sayılacağı idi. “Laik düzen içinde dinimizi yaşama” mücadelesi veriyoruz; zaruretin ruhsatlarından yararlanarak zorlukları aşarken bu halin tabiileşmesini engellemenin de tedbirlerini almanın gerekli bulunduğunu daima hatırda tutarım ve hatırlatırım. Konuşmam bitince sorulara ve itirazlara cevap vermiştim. Konuşmam ve cevaplarım ictihad değildi, muteber fıkıh kaynaklarına dayanıyordum. Birkaç yazıda bunu güncelleyerek aktaracağım.
İtiraz:
Zarûret ayrı, hâcet ayrıdır. Mesela buzdolabı, çamaşır makinesi hacet-i aslıyyedir, herkes buna muhtaçtır, evsiz yaşamak zordur, ama bunları temin etmek için gasb veya hırsızlığa başvurmak caiz değildir. Ev sahibi olmak için haram olan ribaya girmek caiz değildir. Teşvik kredisi de böyledir, vatandaş buna muhtaçtır, ama zarûri değildir...
Cevap:
Bu itirazın dayandığı temel düşünce, zarûret ile temel ve önemli hacetin (ihtiyacın) aynı şey olmadığı, zarûretin haramı helal kıldığı, halbuki ihtiyacın böyle bir özelliğinin bulunmadığıdır. Örneklere geçmeden önce bu temel düşünceyi delillerle çürütmek gerekecektir. Bunun için de önce “zarûret ile hacetin haramları mübah kılma bakımından aynı rolü oynadıklarını” ortaya koyan kaide ve ifadeleri verecek, sonra bu kaideye dayanılarak zarûret sayılan ve mahzurların mübah olmasını sağlayan hacet (ihtiyaç) örnekleri vereceğiz.
Konuşmamızda Mecelle’nin 32. maddesi ile Suyûtî’nin el-Eşbâh ve’n-nezâir isimli kitabında geçen kaideyi zikretmiştik. Bu iki kaynak, açık ve kesin bir ifade ile “Hacet (ihtiyaç), umûmi olsun, husûsi olsun zarûret sayılır” diyordu. Aynı ifadeyi Zeynuddin İbn Nuceym’in (v. 970/1563) el-Eşbâh ve’n-nezair isimli eserinde de görüyoruz (c. I, s. 126). Kaidede zikredilen “umûmi ihtiyaç”, amme ihtiyacı, genel ihtiyaç; “husûsi ihtiyaç” ise ferdlerin, şahısların ihtiyacıdır. Genel ihtiyacın hem zarûret sayıldığı, hem de özel ihtiyaçtan daha önemli ve güçlü bulunduğu birçok fıkıh âlimi tarafından zikredilmiştir. Bunların başında büyük Şâfiî fakih İzzüddin b. Abdisselam (v. 660/1262) vardır. el-Kavâ’id isimli eserinin “Ivazlı akitlerle ilgili kaidelerin istisnaları” bahsinde şöyle diyor:
“Haram yeryüzüne öyle yayılsa ki, artık helâl bulunamaz hale gelse, ihtiyaç kadar haramı kullanmak, bundan faydalanmak caiz olur. Bu durumda haramdan faydalanmak, zarûret hallerine bağlı değildir; çünkü haramdan faydalanmak zarûrete bağlı kılınırsa giderek Müslümanlar zayıflar, düşmanlar İslâm topraklarını istilâ ederler, insanlar, amme menfaatini ayakta tutan zanâat ve meslekleri yapamaz hale gelirler. Bu durumda haram maldan, ihtiyacın ötesinde -lüks ve refah seviyesinde- istifade edilemez, ihtiyaç kadar istifade edilebilir. Mesela istifade edilen haram malın başkalarına ait olduğu bilinse, fakat sahipleri henüz bilinemez olsa -ileride de bilinmesi mümkün değilse mal zaten ammeye intikal eder- bu maldan istifade etmek caizdir; çünkü amme menfaati, özel zarûret gibidir. Zarûret bir kimseyi, halkın malını gasbetmeye mecbur bıraksa onun için bu caiz olur; hatta açlık, soğuk, sıcak gibi bir sebeple öleceğinden korksa, bu ihtiyaçlarını karşılayacak malı gasbetmesi gerekli hale gelir. Bir kişiyi hayatta bırakmak için bu gerekli olursa, binlerce hayatı kurtarmak için gerekli olmaz mı? İçinde Allah’ın makbul kullarının da bulunması muhtemel olan toplumu ayakta tutmak, bir kişinin zarûretini gidermekten daha önemlidir ve ona tercih edilir. Din, ilân ettikten sonra sahibi bulunamayan kayıp eşyayı, bulanın yemesini caiz görmüş, bunun için zarûreti şart koşmamıştır. İslâm dininin, “menfâatin elde edilmesi, zararın ve kötülüğün ortadan kaldırılması” maksadına yönelik hükümlerini inceleyen kimsede - hakkında özel bir nas, icmâ ve kıyas bulunmasa dahi -mezkûr maslahatların ihmal edilmesi, sözü edilen mefsedetlere de yaklaşılmaması gerektiği konusunda bir inanç ve bilgi hasıl olur. Dini iyi anlamak kişiyi bu sonuca götürecektir. Bu şuna benzer: Fazilet, hikmet ve akıl sahibi bir insan ile uzun zaman beraber yaşayan, her konuda onun neyi tercih ettiğini ve neyi hoş görmediğini anlayan bir kimse, o zatın hakkında ne dediğini bilmediği bir menfâat-mefsedet meselesi ile karşılaştığı zaman -yol ve âdetini bildiği için- bu konudaki tercihini de kestirebilir...” (Kavâ’du’l-ahkâm, Mısır, 1934, c. II, s. 180-181)
Muâsır âlimlerden Prof.Dr. M. Mustafa Şelebi, Ta’lihu’l-ahkâm isimli eserinde ihtiyacın zarûretle bir tutulduğunu şu satırlarıyla ifade ediyor:
“Deliller zarûret olan menfâate (maslahata) olduğu gibi ihtiyaç seviyesinde bulunan menfâate de itibar edildiğini isbat etmektedir. Birini caiz sayıp diğerini saymamanın delili yoktur. Ayrıca sahâbeden beri geçmiş nesillerin, nass karşısında bile işlettikleri menfâat prensibi, zarûret haline gelen menfaatler değildir. Aslında nass karşısında menfâat prensibi ile amel etmek, akıl ve reyi işletip nassı terketmek değildir; tam aksine bir nas ile ameli, birçok nassa dayanarak askıya almaktır... Şu da unutulmamalıdır ki âlimler “ihtiyaçların zarûret sayılması” kaidesini benimsemişler, bu kaide aralarında meşhur hale gelmiş, tartışmasız kabul edilmiştir.” (Kahire, 1947, s. 302). “Sözün özü Ebû Hanife ve arkadaşları mesalih prensibini kullanmışlar, bununla nassları tahsis etmişler, hatta bazen bunları askıya almışlardır; bu menfâatlerin de kimi zarûret derecesindedir, kimi ondan daha aşağıdadır...” (s. 362 vd.). Şelebi burada Hanefî müctehidlere ait birçok örnek zikretmiştir.
İhtiyacın zarûret kabul edildiğini gösteren örneklere geçmeden önce yine muasır âlimlerden Tunuslu M. et-Tahir b. Aşûr’un, özellikle ictimai ihtiyaca (genel zarûret ve ihtiyaca) dikkat çekmek üzere yaptığı bir tasnifi gözönüne almak faydalı olacaktır: İbn Âşûr’a göre fukahâ, zarûretin ferdlere ait ve geçici olan çeşidi üzerinde durmuş, örneklerini de bu çeşitten seçmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan “...darda kalana (zarûrete düşene) başkasının payına el uzatmamak ve gerekli miktarı aşmamak üzere (haramı yemek ve ondan faydalanmakta) günah yoktur.” (Bakara: 2/173) meâlindeki âyet, geçici ve özel olan zarûretlerle ilgilidir. Bunun yanında biri devamlı, diğeri gelip geçici olmak üzere iki çeşit zarûret daha vardır ki bunlar aynı zamanda genel (umûmi, içtimai) zarûrettir. Umûmi zarûret ve ihtiyacın devamlı olanı, yine devamlı olan istisnai hükümler gerektirdiği için Sünnet kaynağı bu hükümleri getirmiştir; selem, zirai ortakçılık vb. hükümler bu kabildendir. Umumi zarûret ve ihtiyacın gelip geçici olanı da ya ümmetin tamamını, yahut da büyük kitleleri ilgilendirmektedir. Din, ümmetin selâmetini, güçlü olmasını, dirlik ve düzen içinde bulunmasını istemektedir. Dinin bu istek ve maksadı tehlikeye düşer, bu mânâda bir zarûret meydana gelirse ilgili yasaklar kalkar, haramlar helal olur. Şüphe yok ki bu nevi zarûreti ruhsatlarla gidermek, özel zarûreti gidermekten daha önce gelir. (Mekâsıdu’ş-şeri’a, s. 125).
***
İhtiyacın zaruret sayılması ve faizli kredi (2)
şağıda sıralayacağımız örnekler, hem ihtiyacın zarûret kabul edilmesi, hem de ihtiyaç dolayısıyla bir kısım yasakların serbest hale gelmesi konusunda şüpheye yer bırakmayacaktır (Örnekler için bak. Zeynuddin İbn Nuceym, v. 970/1563, el-Eşbah, C. I, s. 272-294).
a) “Bir insan emir, ya da devlet başkanı nezdinde, bir işini tesviye etsin, düzeltsin, yoluna koysun, böylece meşrû olan bir menfâati elde etsin ve bir zarardan kurtulsun diye, bu maksatla, birine rüşvet verse bu caiz midir?”
İbn Nuceym cevap veriyor:
“Alana haramdır, verene caizdir” (İbn Nuceym, Risâle fi’r-Rüşve, Mecmûa içinde, Kahire 1999, s. 197-207).
Bu fetvaya göre ancak rüşvetle iş gören yetkiliye, kişi hakkını kurtarabilmek için rüşvet vermese ve hakkını kaybetse hemen bir haftada veya günde ölmez, bir organ kaybına da uğramaz, ama meşrû bir menfaat elinden gider ve artık ondan istifade edemez. Demek ki, fıkıh bu durumu bir zarûret olarak kabul ediyor ve bundan dolayı başka çare yoksa hak sahibi rüşvet verebilir diyor. “Bu veren için caizdir, ama karşı taraf için haramdır” diyor.
Rüşvet alan ve haram yiyen memurunu engellemek ise devletin vazifesidir.
b) Önemli özel veya kamu ihtiyacını gidermek için faiz vererek kredi temini de böyledir; günahı, başka türlü, mesela karz-ı hasen vermeyen veya ortaklık yoluyla sermaye temin etmeyenlere yüklenir.
Her ikisi de Hanefî Mezhebinde fetva mercii olan İbn Nuceym ve şarih Hamevî’nin, “Önemli ihtiyaç sebebiyle kredi arayan kişi bunu bulamadığı takdirde faiz ödeyerek ödünç para alabilir” şeklinde ifade ettikleri ruhsatı da “ihtiyacın zaruret sayılması” kaidesine bağlamışlardır. Hamevî bu ifadeyi şöyle açıklamaktadır: “İhtiyacı olan şahıs mesela on altın ödünç alır ve alacaklısına, her gün için belli bir meblâğı fazladan ödemeyi taahhüt eder.” Bu ruhsatın dayanağının da halkın ihtiyacı olduğu metin ve şerhin örneklerinden açıkça anlaşılmaktadır.
Bu örnekte faiz “alana haram, verene ihtiyaç sebebiyle caizdir” (İbn Nuceym, el-Eşbâh ve’n-nezair, Beyrut 1985 C. I. S. 293-4) ; (Ebü’l-Abbâs Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed el-Hüseynî el-Hamevî el-Mısrî, ö.1098/1687, aynı yerde).
İbn Nuceym Memlükler devrinin sonlarında (1250-1517), Hamevî ise ondan bir asır kadar sonra vefat etmişlerdir. Her ikisi de Hanefî mezhebinde muteber âlimlerdir. Adını verdiğim kitaplarında kendilerinden önce yaşamış birçok fakihin benzer görüşlerini de naklediyorlar.
c) Tedavi için açılma: Doktor, teşhis ve tedavi için gerekli olduğu kadar avret (açılması haram olan) yerlere dokunur ve bakar.
d) Erkeklere ipek giymek haramdır; deri hastalığı çeken ve pamuklu vb. gömlek giydiği takdirde rahatsız olanların ipek iç gömleği giymeleri caiz görülmüştür (Buhârî, Cihad, 91; Libas, 29.)
b) Yalan söylemek haramdır; fakat arabulmak, mal ve cana yönelen haksız bir zararı önlemek vb. ihtiyaçlar sebebiyle çift anlamlı sözler kullanılmasına veya bu olmuyorsa yalan söylenmesine cevaz verilmiştir.
c) Genel kaide, “alması haram olan bir şeyin vermesi de haram ve yasaktır” şeklindedir (Mecelle, md. 34). Ancak ihtiyaç sebebiyle; yani ihtiyacı başka türlü gidermek mümkün olmadığı yahut güçlük bulunduğu zaman, alınması haram olan bazı şeylerin verilmesi caiz görülmüştür. Yukarıda zikredilen rüşvet buna bir örnektir. Ayrıca gasp haram olduğu halde bir şahıs, bir çocuğun malına zorla el koysa (gasbetse), çocuğun vasisi, bu malın bir kısmını gasbedene bırakmak suretiyle geri kalanını kurtarabilir. Mecelle şârihi bu ruhsatı, “zarûretler yasakları mübah kılar” kaidesine bağlamak suretiyle “ihtiyacın zarûret gibi değerlendirildiğini” açıkça ifade etmiştir (Durar, c. I, s. 91).
d) Evlenmesinin iyileşmesini sağlayacağı umulan akıl hastasının bir eşle evlenmesi caiz ve sahih görülmüştür.
Genel, fakat geçici ihtiyaç ve zarûretlere bağlı ruhsatlar:
Bu çerçevenin yukarıdakinden farkı geçici olmasıdır. Yukarıdaki örnekler toplumun devamlı olan ihtiyaçları (öldürücü zarûret değil, ihtiyaçları) sebebiyle getirilmiş kolaylaştırıcı hükümleri göstermektedir. Burada ise aynı mahiyette olmakla beraber devamlı olmayan, bazı zaman ve yerlerde bulunan ve bulunduğu müddetçe ruhsatlara sebep olan ihtiyaçlar söz konusudur. Bu iki gurup örnekler “ihtiyaç umûmi olsun, husûsi olsun zarûret sayılır” kaidesinin “umûmi, genel ihtiyaçlar” kısmına aittir. Umûmi ihtiyaçların, amme menfaatinin, husûsi ihtiyaç ve menfaatlerden daha önemli, daha hayati olduğunda ittifak edilmiş ve daima amme menfaati, husûsi menfaate tercih edilmiştir. (Mecelle, md. 26).
Bu kısma giren bazı örnekler:
a) Raşid Halifeler devrinde Mescid’in genişletilmesine ihtiyaç hasıl olunca başlayan istimlak uygulaması Mecelle’nin 1216. maddesinde kanunlaşmış ve amme ihtiyacı gerekçesine bağlanmıştır. Kişilerin mülkiyetinde bulunan bir taşınmazı, bedeli verilse dahi zorla (bunu istemedikleri halde) almak caiz olmadığı halde amme ihtiyacı sebebiyle istimlak caiz görülmüştür.
b) Normal hallerde, yani devlet gelirlerinin giderleri karşıladığı durumlarda Müslümanların, zekattan başka bir ödeme yükümlülükleri yoktur. Amme ihtiyacı ve menfâati gerektirdiği halde devletin malvarlığı belli bir harcama için yeterli olmaması halinde, durumu müsait olan Müslümanlardan vergi alınmasının caiz olduğunda ittifak edilmiştir. Bu hüküm, İslâm’ın getirdiği kardeşlik ve sosyal dayanışma esasları yanında “amme menfâatine riayet, mefsedeti defetmenin menfâati korumadan önce gelmesi, çok zararı defetmek için az zararın göze alınması, umûma ait zararı defetmek için husûsi zararın yüklenilmesi” kaidelerine bağlanmıştır (Kardâvi, Fıkhu’z-zekât, s. 1073 vd.)
c) Hicri beşinci asırda Buhâra ve Belh bölgelerinde halk, muhtaç oldukları krediyi temin etmek için bir usul icat etmişlerdi. Buna göre ödünç para almak isteyen bir taşınmazını, parayı alacağı şahsa “bedeli geri ödediğinde taşınmazı da geri almak şartıyle” satıyordu. Alacaklı, borç ödeninceye kadar bu taşınmazdan istifade ediyor, borçlu da aldığı krediden faydalanıyordu. Sonunda bedel iade edilirse mal da geri alınıyordu. Bu asrın fukahâsından itibaren konu tartışıldı, bunu kimi fasid satım, kimileri şartı hükümsüz satım, yahut rehin kabul etmişlerdi. Sonunda Hanefîlerde fetvâya esas olan görüş bu muamelenin farklı ve yeni bir muamele olduğu ve halkın ihtiyacına binaen caiz bulunduğu şeklinde yerleşmiştir. Mecelle de (md. 398-402) bu görüşü kanunlaştırmıştır (Bak. H. Karaman, İslâm’a Göre Banka ve Sigorta, İst. 1981, s. 165-169).
d) Vefaen satım gibi yine amme ihtiyacı sebebiyle caiz görülmüş bir uygulama da Endülüs’te görülmektedir. Diğer bölgelerde olduğu gibi burada da geniş vakıf topraklar vardı. Bu topraklar kiraya verilerek gelir sağlanmak ve bu gelir belli yerlere sarfedilmek üzere vakfedilmişti. Ekilen topraklar bakım ve masraf gerektirdiği için, ağaç dikilen ve bina yapılan yerler de belli bir müddet sonunda kiracının elinden alınacağı için halk bu toprakları kiralamıyor, bundan vakıf ve toplum zarar görüyordu. Bu durumu tesbit eden, İbn Sirac, İbn Manzûr gibi fıkıh âlimleri dokuzuncu hicrî asrın sonlarında, bu toprakların süresiz olarak kiraya verilmesinin caiz olduğuna fetvâ verdiler. Toprağı süresiz kiraya vermek “fasid bir kira akdidir” ve bu akdi yapmak caiz değildir; ancak amme ihtiyaç ve menfâati bu akdi caiz hale getirmiştir. İbn Âşûr’un verdiği bilgiye göre onuncu asırda Mısır’da Nâsıruddin el-Lekâni buna benzer fetvâlar vermiş, yine benzer uygulamalar Fâs ve Tunus’ta son zamanlara kadar benimsenmiştir (el-Mekâsıd, s. 125-126).
***
İhtiyacın zaruret sayılmasına örnekler (3)
Hz. Ömer devrinde Suriye ve Irak toprakları fethedilince bu topraklara verilmesi gereken statü tartışıldı. Fetih ordusunda bulunanları temsil eden grup, ganimet mahiyetinde olan bu toprakların, ganimet âyetinde emredildiği gibi (Enfal: 41, 69) askerlere dağıtılması (mülk olarak verilmesi) gerektiği tezini savunuyorlardı. Hz. Ömer’in dahil bulunduğu grup ise “toprakların dağıtılmayıp bütün Müslümanlar adına vakfedilip işletilmesini, gelirinden mevcut ve gelecek bütün vatandaşların faydalanmalarını” savunuyorlardı. Hz. Ömer şöyle diyordu: “Bu topraklar dağıtılırsa yetimler, dullar, fakirler ne olacak, sınırları ve bu toprakları kim koruyacak?” Sonunda Hz. Ömer’in görüşü tercih edildi ve böylece “harâcî arazi” adı verilen bir toprak nev’i doğdu. Bu hükmün ve uygulamanın temelinde amme ihtiyacı ve menfaatinin bulunduğu açıkça görülmektedir. (Ebû Yûsüf, Harâc, s. 24 vd.)
Amme menfâati sebebiyle umûmi kaideden (kıyastan) istisna edilen, caiz görülen bir başka örnek yine Hz. Ömer ile ilgilidir. Büyük Halife, bunda devamlı amme menfâati bulunduğunu görerek Irak topraklarını “miktarı belli ve mevcut olmayan bir bedel” karşılığında devamlı (süresiz) olarak kiraya vermiştir. Bu tasarrufta, hem bedel, hem de kira konusunda belirsizlik vardır, bunu bir şahıs özel menfâati için yapsa caiz ve geçerli olmaz, fakat amme menfâati sebebiyle bu akit caiz görülmüştür; çünkü “özel menfâat için caiz olmayan bazı şeyler, amme menfâati için caiz olur.” (İbn Abdisselâm, Kavâid, c. II, s. 177).
f) Osmanlılar devrinde bulunan “mîrî arazi” uygulaması da amme ihtiyacına dayanmakta, fıkha göre caiz olmayan uygulama bu sebeple caiz görülmektedir. Ebussuûd Efendi’nin fetvâlarına dayanan uygulamaya göre bu topraklar aslında harâcîdir, fakat kimseye temlik edilmeyip devlet malı olarak bırakıldığı için “arz-ı mîrî, yahut arz-ı memleket” adını almıştır. Bu topraklar bedellerine yakın bir peşin kira bedeli, bir de raicinden az olmak üzere kullanıldıkça alınacak kira bedeli karşılığında süresiz olarak kiraya verilmiştir; yani “muaccele ve müeccele karşılığında tasarrufu tefviz kılınmıştır”. Ebussuûd Efendi’nin açık ifadesine göre bu kira akdi fasiddir; taraflar -Fıkha, şeriate göre- bu akdi bozma hakkına sahiptirler, ancak kanun gereği bozamazlar. (Kanunname-i mu’tebere, özel yazma nüsha, 4 a-b, 8 a-b; Ali Haydar, Ş. Kanunnâme-i arâzi, s. 36-37).
g) Buradan itibaren sıralayacağımız örnekler, başka kaynaklarda da yer almakla beraber İbn Nüceym’in el-Eşbâh’ından nakledilecektir:
1. Peygamberimiz (sav) Harem bölgesinin ağaçlarının kesilmesini, otlarının yolunmasını yasaklayınca, “Mekke ayrığı ölülerimizi gömerken bize lâzım oluyor” denilmiş, O da bunu yasaktan istisna etmiştir. İmam Ebû Yûsüf bu istisnanın halkın ihtiyacına dayandığını, o zaman bundan başka ota ihtiyaç bulunmadığını, halbuki sonraları halkın hayvanlarını doyurmak için de Harem bölgesinin otuna muhtaç olduklarını, eğer bu yasaklanırsa zahmet çekeceklerini ve sıkıntıya düşeceklerini ileri sürerek istisna sınırını genişletmiştir
2. Düşman, Müslüman esir ve rehineleri siper yaparak İslâm birliklerine doğru ilerlese kendilerine ateş açılır, bu arada Müslümanların da isabet almaları tabiîdir, fakat büyük ve genel zarar, küçük ve nisbeten özel zarar ile defedilecektir.
3. Peygamberimiz’e (sav) teklif edildiği halde fiyatları sınırlamaya, narh koymaya yanaşmamış, alana veya satana haksızlık yapmaktan çekindiğini ifade buyurmuşlardı. Sonraki devirlerde fukahâ bu konuyu tartıştı ve serbest fiyat politikasının, halkın menfaatine aykırı olması halinde devlet başkanının narh koymasının caiz olduğu sonucuna vardılar.
Önceki yazılardan buraya kadar naklettiğimiz ifadeler ve örnekler şu gerçekleri ortaya koymuştur:
a) Aslî, önemli ihtiyaçlar zarûret sayılmış ve ölümcül zarûretler gibi ihtiyaçlar da bazı haramların mübah hale gelmesine sebep olmuştur.
b) Amme ihtiyaçları, kamu yararı ferdin zarûreti gibi kabul edilmiş, hatta daha güçlü ve önemli bir ruhsat sebebi sayılmıştır.
c) Bu ruhsatlar, Osmanlıların son zamanlarında, şeriat hükümlerinin terkedilmeye başlandığı çağda değil, en az bin yıldan beri İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde, muteber fıkıh âlimleri tarafından ortaya konmuş ve benimsenmiştir.
d) Günümüzde Müslüman kesimin iktisaden güçlenmesi ve bu gücü ile İslâmî değerleri ayakta tutması bir ihtiyaç ise, bunda İslâm toplumumuzun menfaati varsa, iktisaden zayıflamak bir dizi zayıflık ve zarara yol açacaksa Müslümanların bir çaresini bulup iktisaden güçlenmeleri farz olur. Eğer bu çare, bir zaman ve zeminde öncelikle dışarıdan ve en ucuz faizli kredi almak olursa bu yola başvurulacak, fakat en kısa zaman içinde faizsiz kredileşme ve sermaye sağlama yolları aranacak ve bulunacaktır; bu yollar bulunup işletilince -ihtiyaç ve zarûret ortadan kalkacak, “faiz, faizdir ve haramdır” hükmü yürürlüğe avdet edecektir.
İtirazda gasb, hırsızlık, ev almak için faizli kredi ve teşvik kredisinin ihtiyaç sebebiyle caiz olamayacağı zikrediliyordu.
İhtiyaç sebebiyle başkasının malını gasbetmek veya çalmak “haramı almak”tır, ödünç almak için faiz vermek ise “haramı vermektir”. Alınması haram olan şeyin verilmesinin de haram olduğu” bir kuraldır, ancak istisnaî olarak ihtiyaç sebebiyle verilmesinin caiz olduğunu “rüşvet, gasbedilen malın çoğunu kurtarmak için azını vermek” gibi örneklerde gördük. Ayrıca kişi zarûrete düşer mesela aç ve çıplak kalır da Müslümanlar onun temel ihtiyacını karşılamazlarsa ihtiyacın asgarisini, zorla veya sahibi görmeden alma yollarıyla sağlamasının caiz görüldüğünü bilmeyen yoktur. İçtimâi ihtiyacın, ferdi zarûret gibi değerlendirildiğini de yukarda zikretmiştik. Hz. Ömer halife iken Hâtıb b. Ebi-Belte’a’nın köleleri birinin devesini çalmış, kesip yemişlerdi, yakalandılar, suçları sabit olduğundan halife, cezalarının infaz edilmesi için emir verdi, sonra bu kararından vazgeçerek Hâtıb’a “Bunları hırsızlığa mecbur edecek kadar aç bırakıp çalıştırdığın kanâatinde olmasaydım cezalarını infaz ettirecektim, şimdi ise seni müessir bir şekilde cezalandıracağım” dedi, devenin sahibine bedelini sordu ve Hâtıb’a bu bedeli iki katı ile ödetti (el-Bâci, el-Münteka, c. VI, s. 64 vd.)
Hz. Ömer’in, yine bir kıtlık yılında hırsızlık cezasını genel olarak uygulamadığı bilinmektedir.
Prof. Şelebî yukarıdaki uygulamayı açıklarken şu satırlara yer vermiştir:
“Hz. Ömer’in anlayışına göre ceza, ihtiyaç içine düşmediği halde hırsızlık yapan kişiye uygulanır, bunlar ise aç kalmış ve bu sebeple çalmışlardı. (Ta’lilu’l-ahkâm, s. 62-63)
Fertlere ait ihtiyaç, zarûret sınırına dayanmadıkça gasb ve hırsızlığa cevaz verilmemiştir; çünkü bu takdirde kamu düzeni bozulacak, anarşi çıkacak ve az zarar, daha büyük zararla giderilmiş olacaktır; halbuki İslâm’da kaide, “çok zararı, az zarar ile gidermektir.” (Mecelle, md. 27).