Aslında Hicri ikinci asrın ilk çeyreğinden itibaren İslamî ilimlerde ihtisaslaşma başladı. Fıkıh, kelam, tefsir ve hadis isimlendirmesi, en genel çerçevesiyle de olsa bunu anlatır. Ardından bu ilimler belli bir sistemle tedvin edildi. Fıkıh külliyatı, hadis külliyatı oluştu.
Genel olarak temizlik ve ibadetlerle başlayan, evlenme boşanma ve muamelatla devam eden, cenazenin defni ve mirasının paylaşılmasıysa sona eren bir fıkıh sistematiği oluştu. O günden bugüne her kitap yazan fıkıhçı yazdıklarında bu sistematiğe uydu ve aynı şeyleri biraz daha farklı cümlelerle, bazen açarak bazen ihtisar ederek tekrarladı.
Bu arada Ebu Yusuf “Siyer” başlıklı iki kitabıyla en azından milletler hukukunda bir ihtisaslaşma başlattı. Batı bunu fark etti ve diğerlerine ilgi duymazken bu ihtisas kitapları çok erken zamanlarda Batı dillerine çevrildi. Ama arkası gelmedi. Adalet, hak, özgürlük, devlet yapısı, yöneticilerin seçimi ve azli gibi alanlarda hukuk nazariyeleri ve ince ihtisaslaşma yapılamadı. Sonuçta kamu hukuku, hayvan hukuku, doğa hukuku, çekirdekleri var olsa bile gelişmedi.
Zamanla fıkhın dünya ile ve tabiatla alakası tam olarak kurulamadığı için yeni şeyler söylenemedi. Her müellif tarafından fıkhın bütün konuları yazıldı ama iç ihtisaslaşma olmadı.
Bizim dışımızdaki dünyada ise bilimin patlama yapmasıyla birlikte yeni hukuki alanlar doğdu ama modern zamanlara kadar fıkıhta buralarda da ihtisaslaşma olmadı. Bunda muhtemelen “içtihadın tecezzisi olmaz”, yani sadece belli konularda müçtehit olunmaz, müçtehit olma vasfını kazanan bir âlim her konuda müçtehit sayılır görüşü, karşıt görüş var olsa bile, etkili oldu. Ulema-i kül olmak hedef sayıldı.
Tefsirde de aynı durum yaşandı; Fatiha suresiyle başlayıp Nâs ile sona eren ve önceleri ağırlıklı olarak sayısı zaten sınırlı eser’le yani hadis, sahabe kavli ve tabiîn görüşüyle yapılan, ardından kişisel yorumlarla devam eden bir tefsir geleneği oluştu. Ama herkes her ayette söz söylemeyi görev bildi. Sonuçta Kurân-ı Kerim’in yüzlerce konusu tek tek ele alınıp her birinde derinleşme hedeflenemedi. İhtisas gibi sayılabilecek ahkâm tefsirleri doğdu ama onlar da Mushaf’ta ahkâm ayeti diye isimlenen yüz elli ile beş yüz kadar ayeti ele aldı ve onları da herkes kendi mezhebinin fıkhî görüşleriyle açıkladı. Mesela biz, en önemli ahkâm tefsircimiz olan Cessâs’ta hep Hanefî fıkhının en isabetli görüş olduğunu gördük. Geriye kalan altı binden fazla ayetin neye yaradığı pek belli olmadı. Bilimin konularından söz eden ayetlerin, işaret edebilecekleri diğer ahkâma değinilmedi. Özellikle yaradılış, insan, astronomi, bitkiler, hayvanlar, tabiat olayları üzerinde derinleşilmedi. Genel hatları ile hep önceden söylenenler tekrarlandı. Oysa Kurân-ı Kerim bu ve benzeri konulara özellikle dikkat çeker, derinlemesine bakılmasını ve bu konularda akıl yürütülmesini (nazar) ister. Bu da bugünkü adıyla ancak bilimle olur. Aksi takdirde fezanın derinliklerine, hayvanların ve bitkilerin tabiatına, Kur’an’ın istediği nazar nasıl yapılabilir? O halde Kur’an bilimin yapılmasını da emretmiş sayılır.
Sünnetin toplanmasında ortaya konan çabalar aslında mucize düzeyinde bir emektir ve hadiste, sened ilmi başta olmak üzere hiçbir millette bulunmayan orijinal ilimler ortaya konmuştur. Ama bunun yanında “fıkhu’l-hadis” denen, sünnetin bütün olarak anlaşılması konusu yeterli ilgiyi görmedi. Olduğu kadarıyla da Sünnet Kurân-ı Kerim’den bağımsız bir bilgi ve ilgi alanı olarak ele alındı. Kur’an-Sünnet bütünlüğü hak ettiği değeri görmedi. Bu konularda eskiden ileri ihtisaslara zaten ihtiyaç hissedilmemesinin de etkisi vardır. Şimdi ilahiyat fakültelerinin yapmaya çalıştığı hususlardan biri bu ihtisaslaşmayı gerçekleştirmektir. Elbette sağlam bir birikim ve gelenek olmadan bu iş kolay olmaz. Ama yine de bu fakültelerde doktora yapanların, eğer hocası da güçlü ise, en az yüzde biri mutlak müçtehit olmasa da meselede müçtehit sayılabilir.
Bunlar nereden aklıma geldi. Sosyal medya grubumuzdaki bir arkadaşımız, Alman filozof Kant’ın (1724-1804) doktora tezinin giriş sayfasında Arapça orijinal harfleriyle Besmele bulunduğunu, sayfanın resmini de koyarak paylaşınca, Kant’ın bunu niçin yapmış olabileceği tartışmaları başladı ve 1700’lü yıllarda sadece Almanya’da 1000 doktoranın başlangıç sayfasında bu besmelenin bulunduğu kaydedildi. Bunun bir anlamı, daha o yıllarda Batı’da bu kadar doktoranın yapılmış olduğudur. Doktora ihtisas demektir. Oysa Türkiye’de ilk doktora 1937 yılında Ankara Ziraat Enstitüsü’nde yapılmıştır.