Suriye'nin kuzeybatısındaki İdlib şehrinde son üç haftada yaşanan gelişmelerin, önümüzdeki aylar ve yıllar içinde tarihin akışı üstünde çok derinden etkileri olacak.
TERÖRLE MÜCADELE: DEMOGRAFİK TEMİZLİK
Esed rejiminin ve Rusya'nın kuzeybatı Suriye'de başarmaya çalıştığı şeyin "terörle mücadele" ile hiçbir ilgisi bulunmuyor. "Terörle mücadele", Şam'ın Rusların yardımıyla yürüttüğü demografik temizliğin bahanesi olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Bu durum özelinde amaç etnik temizlikten ziyade mezhepsel temizlik: Suriye'den mümkün olduğu kadar çok Sünniyi sürmek istiyorlar. Türkiye ise Suriye vatandaşlarının demokratik bir sistem altında barış içinde yaşama hakkını istikrarlı bir şekilde savunagelen yegâne aktör olmayı sürdürüyor. Öte yandan Rusya, Türkiye'nin Suriye'deki müdahalesine karşı çıkan bir grup monarşi ve askeri diktatörlüğü desteklediğinden, bu bölgedeki demokrasinin kısa vadedeki geleceği tehlikede.
ÇATIŞMA ÖNCESİ DEMOGRAFİ NASILDI?
2011 yılında, çatışma başlamadan önce Suriye nüfusunun yüzde 70'i Sünni idi, fakat devletin kontrolü onlarca yıldır Suriye'nin Alevi (Nusayri) azınlığından gelen Esed ailesinin elindeydi.
NUSAYRİLİK ve ARAP BAASÇILIĞI
Nusayriler Şii kimliğinin bir türü olarak anlaşılıyor ve bu aslında Şam rejimi ile İran'ın neden bu kadar yakın bağlara sahip olduğunu izah eden şey. Suriye devletinin resmî ideolojisi, sosyalist ve milliyetçi fikirlerin bir tür proto-faşist karışımı olan Arap Baasçılığıdır. Beşşar Esed'in babası Hafız Esed 1980'lerde zaten büyük ölçekli Sünni katliamları gerçekleştirmişti. Ancak Soğuk Savaş halen devam ediyordu ve bu yüzden bu katliamlar uluslararası düzeyde pek bir ilgiye mazhar olamadı.
EYLÜL 2015'E KADAR "BÖLÜNME ARTIK KAÇINILMAZ" DEĞERLENDİRMESİ HAKİMDİ
Esed rejimine karşı spontane bir şekilde başlayan halk ayaklanması, ilk olarak Ürdün sınırına yakın bir güneybatı Suriye şehri olan Dera'da çıktı. Protestocuların amacı daima rejimi demokratik reformları kabul etmeye zorlamak olmuştur. Esed rejimi ise ayaklanmayı “Sünni terörizmi” olarak sunmaya çalışarak Suriye'deki Nusayri azınlığı korkutmak ve onları motive etmenin yanı sıra uluslararası kamuoyunu manipüle etmek için çatışmayı kasten bir mezhep çerçevesine oturttu. Yaklaşık altı yıl önce gelinen nokta itibarıyla uzmanlar Suriye'nin ayrı ayrı mezhep bölgelerine bölüneceğini tahmin ediyorlardı. Ne var ki Rusya'nın dahil olmasıyla çatışmanın bütün gidişatı değişti.
* (Eylül 2015 Rusya'nın askeri varlığıyla sahaya girdiği tarih olarak kabul ediliyor)
RUSYA'NIN ROLÜ, BUSH'UN 'TERÖRLE SAVAŞI'
Şam rejimi ve Rus müttefikleri tarafından kullanılmakta olan tekniklerin yolunu açıp kullanılmalarını kolaylaştıran şey, George W. Bush yönetiminin 11 Eylül sonrasındaki “terörle savaş” konusundaki söylemidir. O zamana kadar, şiddet kullanan baskıcı rejimlere karşı silahlı direniş meşru görülürdü. Fakat Bush yönetiminin ortaya koyduğu semantik değişim, Rusya ve Çin'in, kendi vatandaşlarına karşı uyguladıkları şiddeti “terörle mücadele” olarak isimlendirmeye başlamasını mümkün kıldı. Bu semantik değişikliğin ilk neticesi, Şam rejiminin Suriye muhalefetine karşı yürüttüğü askeri operasyonlarında ihtiyaç duyacağı teknikleri İkinci Çeçen Savaşı sırasında son derece acımasız hareket eden Rusya'dan tahsil etmesi oldu.
YÜRÜTÜLEN SAVAŞIN EN NET ÖRNEĞİ HALEP ŞEHRİNİN TÜMÜNÜN YIKIMA UĞRAMASI OLDU
Rus hava gücünün arkasını tutması sayesinde Şam, ülkenin çeşitli bölgeleri üzerindeki kontrolünü yavaş yavaş yeniden ele geçirirken, kullandığı tekniklerin vahşiliği giderek daha da arttı. Bunun temel örneği, rejimin Halep'in kontrolünü 2016 sonlarında yeniden ele geçirene kadar sürdürdüğü aralıksız ve gelişigüzel bombardımanların neticesinde bu şehrin yıkıma uğraması oldu. Halep'in batısında ağırlıklı olarak Sünni nüfustan müteşekkil bir bölge olan İdlib, rejimin kontrol ettiği bölgelerin haricinde kaldı ve diğer birçok Sünni Suriyeli iç savaş sırasında İdlib'e göç etmek zorunda kalarak kendi ülkelerinde mülteci konumuna düştüler. Nihayetinde Rusya ve Türkiye'nin varacağı anlaşma sayesinde, İdlib ve havalisindeki birkaç milyon insan, çatışmaya müzakere edilmiş nihai bir çözüm geleceği umuduyla, Türkiye'nin koruması altında İdlib'de kalabilecek ve Türkiye sınırına yahut bizzat Türkiye'ye kaçmak zorunda kalmayacaktı.
DRONE SAVAŞLARININ ORTAYA ÇIKIŞI
Esed rejimi ve Rus destekçileri, müzakere yolunu değil, askeri çözüm yolunu seçtiklerini geçtiğimiz yıl boyunca adım adım daha net bir şekilde ortaya koydular. Halep'e karşı kullanılan barbarca yöntemlerin aynısı bu sefer İdlib'e karşı kullanılmaya başlandı. Türk hükümeti Rusya ve Şam'a karşı aşırı derecede sabırlı davrandı. Fakat rejimin 27 Şubat tarihinde 30'dan fazla Türk askerini şehit etmesiyle birlikte artık o geri dönüşü mümkün olmayan çizgi aşılmış oldu. Türkiye son beş yılda geliştirdiği drone kabiliyetlerini, Esed güçlerine ve onlarla birlikte savaşan İran ve Lübnan (Hizbullah) militanlarına karşı derhal tam kapasiteyle devreye soktu.
Sonuç, afallatıcı bir yıkım oldu. Müteakip saatler ve günler boyunca tanklardan topçu silahlarına ve mobil hava savunma kamyonlarına kadar her türlü askeri aracı imha eden droneların videoları internete düştü. Binlerce rejim askeri öldürüldü. Şam'ın askerleri ve müttefik militanları birdenbire bulabildikleri her bir sütrenin ardına saklanarak hayatta kalmaya çalışır bir hale düştüler ki bu durum karşıt bir hava gücünün engellemesiyle karşılaşmadan yıllar süren operasyonların ardından çok şaşırtıcı bir tersine dönüşe işaret ediyordu.
Son on yılda Türk ordusunun geliştirdiği kapasiteleri dikkatle takip edenler bu gelişmeye şaşırmadılar; ama yine de bu kapasitenin ortaya koyduğu tesirle vaziyeti tam olarak görmüş oldular. Türk ordusunun dronelarının PKK'nın operasyonel kapasitelerini ciddi şekilde sınırlandırdığı biliniyordu. Ancak Şam rejiminin güçlerine karşı 27 Şubat gecesinden başlayarak atılan adım, şüphesiz ki çatışma koşullarında büyük ölçekli, koordineli drone kullanımının ilk örneğini teşkil ediyor. Askeri operasyonların geleceği bu; Türkiye bu teknolojiyi geliştirdi ve şimdi de savaş alanında kullanıyor.
İDLİB YABANCI POLİTİKACILARI TÜRKİYE'Yİ FARKLI BİR AÇIDAN ALGILAMAYA ZORLAMIŞ MIDIR?
İdlib'deki gelişmeler aynı derecede hayati önem taşıyan başka bir soruyu daha dikkate almayı gerektiriyor: İdlib, yabancı politikacıları Türkiye'yi farklı bir açıdan algılamaya zorlamış mıdır? Suriye rejiminin Türk askerlerine saldırmasını takip eden saatlerde Türk liderliği tarafından aldığı kararlar sağlam olduğu kadar bir ilk olma özelliği taşıyordu. Yukarıda izah edilen ilk karar, Şam rejiminin İdlib bölgesindeki güçlerine karşı genişletilmiş askeri operasyonlar başlatmak oldu. Türk yetkililer, İdlib'i (Türkiye'nin halihazırda varlığını ikame ettiği Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtı bölgelerindekine benzer bir şekilde) fiilen bir güvenlik bölgesine dönüştürecek bir ateşkesin sağlanmasına yönelik anlaşmazlıkları giderebilmek adına 5 Mart'ta Rus mevkidaşlarıyla bir araya geldiler. Ateşkesin ne kadar dayanacağını göreceğiz.
İkinci karar, Türkiye'de bulunan dört milyondan fazla mülteci nüfusunun daha merkezî AB bölgelerine ulaşmak maksadıyla Bulgaristan ve Yunanistan sınırlarına yaklaşmasını engellemeyi bırakmak oldu. Tahmin edilebileceği gibi, binlerce mültecinin sınırda toplanmaya ve sınırı geçecek boşluklar aramaya başlamasıyla Yunanistan, diğer AB ülkeleri ve Brüksel'de Türkiye'nin bu haksız buldukları tutumuna karşı bir öfke dalgası patladı. Birkaç gün içinde, binlerce kişinin (bu kitle karşısında, bazen ölümle neticelenecek şekilde cop, göz yaşartıcı gaz ve kauçuk mermi kullanan) Yunan sınır polisini atlatıp sınırı geçtiği bildirildi.
AB LİDERLERİNİN AÇIKLAMALARI SOSYAL MEDYADA Tİ'YE ALINDI
AB liderleri tarafından sergilenen ilk tepkiler görünüş itibarıyla bazı üye ülkelerin iç kamuoylarında “tüketilmeye” yönelikti. Çoğunlukla Türkiye'yi kınamaya odaklandılar, mevcut durum karşısında omuzlamaları gereken sorumlulukları yüklenmeyi reddetmeyi sürdürmekten başka bir şey yapmadılar ve ahlak dışı ve menfur duruşlarını haklı göstermeye yönelik önceki teşebbüslerini tekrar ettiler. 1 Mart Pazar günü, AB dışişleri bakanları mülteci dalgasına yanıt olarak bir acil durum toplantısı düzenlemeye karar verdiler. Sosyal medya yorumcuları atılan bu adımı derhal tiye alarak mevcut krizin bir yıldan uzun süredir devam etmesine rağmen durumun ancak mülteciler AB'nin kapısına dayandığı zaman “acil” hale geldiğini kaydettiler.
Almanya Başbakanı Angela Merkel İdlib'deki durumun rejim tehdidi altındaki siviller için güvenli bir bölge gerektiren bir kriz olduğunu 2 Mart günü aniden fark etti. Ancak Halep'te binlerce kişi katledildikten ve aynısı İdlib'de üç yıl boyunca yapıldıktan sonra Alman Şansölyesi nihayet bu neticeye varabildi. Merkel'in duyurusu da sosyal medyada anında alay konusu oldu. AB siyasetçilerinden gelen bu tür tepkiler, AB'nin son on yılına damgasını vuran, beyin ölümü gerçekleşmiş ikiyüzlülükle tastamam aynı türden.
Bununla birlikte birkaç gün içinde, aynı liderlerin Türk yetkililerle alelacele düzenlenen toplantılar için sıraya girmesiyle, bir tutum değişikliği belirginleşmiş oldu. Sonunda Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AB Konseyi Başkanı Charles Michel ve AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ile bir araya geldi ve Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da İstanbul'a gelmek üzere program yaptılar. Peki, bunların bize ihsas ettirdiği şey nedir? Şudur: AB liderlerini doğru yöne sevk etmeye ancak 27 Şubat akşamı alınan kararlar yeterli gelmiştir.
TÜRKİYE'Yİ YENİ BRİ KAVRAYIŞLA ANLAMAK GERE
Yabancı hükümetler, siyasi liderler, gözlemciler, yorumcular, düşünce kuruluşu mensupları, gazeteciler ve diğerlerinin bu yaşananlardan almaları gereken temel ve acil ders, Türkiye'yi ciddiye almaktır. Türkiye'yi ciddiye almaları gerektiğini söylerken kastededilen, sadece, akıllarını dolduran, Türkiye hakkındaki algılarını ve düşüncelerini bozan önyargılardan artık kurtulmak. Türkiye'yi hemen eşit bir muhatap olarak görmeye ve ona bu doğrultuda münasip bir tarzda davranmaya başlamalılar. AB politikacılarının seçimleri sıradan alınmış kararlar değildir; onlar, sembolik anlamlarla yüklü tercihlerdir. Örneğin Almanya yalnızca yetim mülteci çocukları kabul edeceğini ilan ettiğinde, dünya bunu Alman ahlaksızlığı veya şovenizminin bir örneği olarak algılar. AB'nin Türkiye'ye yönelik tutumu da gerçekte, dünyaya benzer eğilimleri göstermektedir.