Geçen hafta Karl Mannheim’in bilgi sosyolojisi açısından ideoloji ve ütopya kavramlarına nasıl bir anlam yüklediğini ele almış ve İslam’ın bir ideoloji mi, yoksa bir ütopya mı olduğu sorusuna cevap aradığımızı söylemiştik. Eğer bu soruya bir cevap verebilirsek, çağdaş dünyada İslam hakkında dile getirilen problematik bir çok soruya cevap verebileceğimizi düşünüyorum. Geçen haftanın yazısını kısaca özetleyecek olursak, ideoloji ve ütopya aşkın fikirler demetidir. Ancak ilki gerçekleşmesi zor ve hızla mevcut koşulları meşrulaştırmaya yönelecek bir çerçeve iken, ikincisi kendini gerçekleştirme açısından daha gerçekçi bir yaklaşıma sahiptir. Demek ki bu iki kavram arasındaki ayrım, kendini gerçekleştirme noktasındadır.
Şimdi geriye doğru baktığımızda İslam’ın bir ütopya mı, yoksa bir ideoloji mi olduğunu belirlemek kolay olacaktır. Çünkü geriye doğru bir bakış olmadan İslam’ın kendini gerçekleştirme biçimini anlamak mümkün değildir. İslam’ın tarihte uygulanan ve gerçekleşen kısmı ütopyadır, gerçekleşme şansı olmayan veya ertelenen kısmı ise ideolojidir. İdeoloji hala kendini gerçekleştirmek isteyen olgudur. Bir başka deyişle “reel İslam” ütopyaya karşılık gelir, “ideal İslam” ise ideolojiye karşılık gelir. İslam, özellikle Mekke döneminde kendi inançsal ve ahlaki değerlerini ortaya koymuş, Medine döneminde ise hükümlerini uygulamıştır. “Ahkam ayetleri”nin Medine’de geldiği ve uygulandığı bilinen bir gerçektir.
Müslümanlar Medine’de gelen ve uygulanan ayetleri İslam son gelen ayetleri olarak gördükleri için burada uygulanan ahkamı evrensel görmüşler ve tarih boyunca da uygulamaya çalışmışlardır. Deyim yerinde ise Mekke İslamı’nın mesajı ve ilkeleri geriye atılmıştır. Özellikle fıkıh disiplini, İslam kaynaklarından hüküm çıkarma derdinde olduğu için reel İslam’ın hükümlerini formüle etmiş ve bize fıkıh külliyatını kazandırmıştır. Tarihte belirli bir müddet sonra da Kur’an değil, Fıkıh belirleyici olmaya başlamıştır. İşte, biz bugün geriye dönüp bakarsak, fıkıh külliyatını ve fıkha dayalı İslam olgusunu (tarihsel İslamı) ütopya olarak görebiliriz. Çünkü bu külliyat reel hayatı düzenlemiş ve kendini gerçekleştirmiştir.
Bu noktada şunu sorabiliriz: Peki, İslam kendi imkanlarını tüketti mi? Bugüne söyleyecek bir sözü var mıdır?
Tarihsel şartlar içinde üretilmiş olan fıkhi bilgi, “toplumsal varoluşa bağlı” bir bilgidir ve bu açıdan tarihseldir. Ama fıkhın da kaynağı olan Kur’an fıkha indirgenemez, çünkü fıkıh hükümler üretme bakımından temel kaynağını değerlendirmiş ve geleneksel toplumunun ihtiyacını karşılamak üzere bilgi üretmiştir. Bu bilgi, ne İslam’ın ve Kur’an’ın tamamıdır ne de evrenseldir. Tamamı değildir, çünkü Kur’an sadece hükümlerden oluşan bir kitap değildir. Bu bakımdan Kur’an asla Tevrat ile karşılaştırılamaz. Tevrat (Tora) bir “kanun kitabı”dır. İkincisi fıkhi bilgi evrensel olarak ilan edilemez, çünkü belirli tarihsel ve toplumsal şartlara bağımlı olarak üretilmiş bir bilgidir.
Ütopik İslam’ın zıddına, tam olarak kendini gerçekleştirememiş İslam’ın temel ilke ve ideallerini içeren ideolojik İslam, bugün bize hala kılavuzluk edecek niteliktedir. 21. yüzyılın şartlarını ve imkanlarını dikkate alarak üretilecek olan yeni fıkhi bilgi, bu temel ilke ve idealleri hayata geçirirse, İslam pekâlâ yeniden işlevsel ve hatta bazı açılardan alternatif bir yaşam düzeni inşa edebilir. Yeni fıkhi bilgiyi üretecek olan kişiler hem İslam kaynaklarını hem de çağın ihtiyaçlarını bilen fakih kişiler olacaktır. Sadece İslam’ın normatif ilke ve ideallerini bilmek yetmez, bunun çağdaş koşullara tercümesini yapacak bir anlayış ve bilgiye de sahip olmaları gerekir.
Geleneksel dünyada nispeten basit bir toplumsal yapı ve ilişkiler düzeni varken, fakihin günlük gözlem ve tecrübe bilgisinin dışında fazla bir bilgiye ihtiyacı yoktu. Oysa günümüz toplumları oldukça karmaşık toplumlardır ve hem içsel hem de dışsal dinamikler tarafından biçimlenmektedir. Üstelik geleneksel toplumla asla karşılaştırılamayacak bir değişim süreci yaşamaktadır.
Şu ana kadar hala soyut bir çerçeve çizdiğimiz doğrudur, bunun birkaç örnekle somutlaştırılması gerekmektedir. Bu noktada çağdaş Müslümanların sorduğu ve klasik fıkıh kitaplarının cevaplandıramayacağı sorulara girebiliriz.
Bu iddia ilk etapta doğrudur ama bazı şeyleri de örtmektedir. Örtüğü kısım şudur ki, Kur’an kadının hiçbir miras hakkının olmadığı bir dünyada kadına miras hakkı tanımıştır. Bu hakkın tanınması karşısında ilk Müslümanlar karşı çıktıklarını ve “ata binmediği ve savaş yapmadığı” halde kadınların bunu nasıl hak ettikleri şeklinde bir argüman ileri sürdükleri bilinmektedir. Geleneksel dünyada kadının miras hakkına kavuşturulması önemli bir değişimi ifade etmektedir. Bu anlamda İslam statükoyu olduğu gibi kabul etmemiş ve bir değişimi beraberinde getirmiştir.
Geleneksel Müslüman toplumlarda erkek hem evliliğin finanse edilmesinde hem de evin geçiminden sorumlu tek kişiydi. Günümüzde kadının aktif bir özne haline gelmesiyle erkeğin yükü kısmen hafiflemiş ve kadın ortak bir eş haline gelmiştir. Hatta çalışan kadınların önemli bir kısmı, hem çocuklara baktığı ve hem de ev işlerini yürüttüğü için erkekten daha fazla yük altına girmişlerdir.
Bu değişimlere bağlı olarak kadının, mirasta erkeğin aldığının yarısı kadar pay alması tartışmalı bir duruma gelmiş ve şu soru haklı olarak sorulmaya başlamıştır: Kadınlar erkeklerle birlikte eşit miras hakkına sahip olabilirler mi? Bu soru, geleneksel fıkhi bilgi ve uygulamalara bakılarak reddedilemez. Bilakis konu üzerinde yeniden düşünmek ve kaynaklara yeni bir gözle bakılması gerekir.
Kaynaklara baktığımızda kadının eşit miras hakkını engelleyen herhangi bir nassa rastlamıyoruz. Ahkam ayetlerinin tanıdığı payı (erkeğin yarı hissesi) alt sınır olarak görürsek, bunu yukarıya çekmeyi engelleyen bir nass mevcut değildir. Kur’an’da “had” (sınır) kavramı son derece önemlidir ve hadler ihlal edilemez. Allah’ın koyduğu hadler (sınırlar) meşru eylem çerçevesini belirleyen sınırlardır. Mirasta alt sınır belirlenmiştir, aşağıya inilemez ama yukarıya çıkmakta bir beis yoktur. Bilakis değişen şartlar ve İslam’ın idealleri (adalet, denklik, karşılıklılık, emeğe saygı vs.) dikkate alınarak, yukarıya doğru bir değişim ya da düzenleme yapılabilir. Bu değişim ve düzenlemeyi haklı kılacak olan şey, İslam’ın maksatlarıdır. Makasıd/maksatlar açısından yeni bir düzenleme yapılabilir.
Bu düzenleme, mirasla ilgili hükmün değiştirilmesini içermiyor, onu alt sınır olarak kabul edip engel bulunmayan ve Müslümanların serbest bırakıldığı bir alanda eşitçe bir paylaşımın gerçekleştirilmesini hedeflemektedir. İslam fıkhında maksatlar fikri, amaç ve araç hükümler arasında yeni bir düşünme şeklini tarif etmektedir. Eğer mevcut düzenleme amaçlara ulaşmada eksik ya da yetersiz kalırsa yeni hüküm ve normlar konulabilir. Nasıl illetler konusunda içtihat yapılıyorsa, maksatlara bağlı olarak da içtihat yapılabilir.
2. İslam köleliği yasaklamıyor!
Bu iddia da, 19. yüzyılda uluslararası düzeyde köleliğin kaldırılmasına bağlı olarak ortaya atılmış yeni bir iddiadır. Bilindiği üzere İslam geldiği sırada köleliği icat etmemiş, kucağında bulmuştur. Kölelikle ilgili olarak pek çok düzenleme yapmıştır. Kur’an’da içinde köleliğin geçtiği 20 kusur ayet bulunmaktadır. Bu ayetler incelendiği zaman hepsi de kölelerin konumunu iyileştirecek hükümler ihtiva etmektedir. Tıpkı miras konusunda olduğu gibi köleliğin kaldırılması konusunda da İslam bir adım atmıştır. Mevcut statükoyu olduğu gibi kabul etmek yerine kölelerin durumlarını iyileştirmeye yönelik düzenlemeler yapmıştır. Sözgelimi iman eden erkek ve kadın köleyi, hür bir müşrik erkek ve kadından daha hayırlı ilan edilmiş (2:221), kölelere zekâttan hak vermiş (9:60), bekar olan kölelerin evlendirilmesini salık vermiş (24:32) ve kısas konusunda hür ile hür arasında ve köle ile köle arasında eşitlik sağlanmıştır. Bu düzenlemeler mevcut durumu iyileştirmeye yönelik düzenlemelerdir ve köleleri sosyal hayat katma ve toplumla bütünleştirme yönündeki adımlardır.
İslam’ın kölelerle ilgili düzenlemelerinin bu kadarla sınırlı olduğunu düşünmek büyük bir hatadır. Yine erken dönemde kölelerin özgürleştirilmesi için yasal ve pratik bir çok adım atılmıştır. Yanlışlıkla adam öldürmeye karşılık fidye olarak (4:92) ve bile bile yapılan yeminlerin bozulmasına keffaret olarak kölelerin serbest bırakılması (5:89), zekatın kölelerin özgürleştirilmesi doğrultusunda kullanılması (9:60), özgürlüğünü satın almak isteyen kölelere kolaylık sağlanması (24:33) ve zıhar yapanların bundan vazgeçmesi durumunda bir köleyi azat etmesi (58:3) gibi özgürleştirme doğrultusunda somut önlemler alınmıştır. Tarihi bilgilerimiz bize ilk Müslümanların kölelerin özgürleştirilmesi doğrultusunda çabalar sarf ettiğini de söylemektedir.
Köleliğin neden yasaklanmadığı meselesine gelince, İslam’da normlar/hükümler iki çeşittir. Bir kısmı pozitif normlar (emirler) şeklindedir, bir kısmı da negatif normlar (nehiyler) şeklindedir. Yukarıdaki hükümlerden de anlaşılacağı üzere kölelikle ilgili düzenlemeler pozitif normlar (emirler) şeklindedir. Pozitif normlarla negatif normlar arasındaki fark şudur: İlkinde esneklik varken, ikincisinde bu imkân yoktur. Bu durumda kölelik konusundaki esnekliğin sebebi nedir diye sormamız gerekir. Köleliğin en büyük kaynağı savaşlar ve savaşlarda elde edilen esirlerin köleleştirilmesidir. Savaş ve bununla ilgili düzenlemeler toplumlar ve devletlerarası bir ilişki olduğu için tek taraflı olarak köleliğin feshi mümkün değildir. Nitekim Müslümanlar da tarihte yapılan savaşlarda karşı tarafından tutumuna bağlı olarak mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesine göre hareket etmişlerdir. Bu nedenle tekyanlı olarak köleliğin yasaklanması, uygulaması olmayan bir hüküm olacağından anlamsız olacaktı.
Bu durumda sorun, Kur’an’ın köleliğin yasaklamaması değil, 19. yüzyıla kadar Müslümanların Kur’an’ın emirlerine rağmen köleliği kaldırmak noktasında ilk dönemin gayret ve çabasına denk bir çalışma yapmamış olmaları ve daha da kötüsü 19. yüzyılda kölelik kaldırılırken ulemadan bazı zevatın “Köleliği fesh etmek şeriata mugayirdir” şeklinde görüş belirtmeleridir. Oysa köleliğin kaldırılması İslam’ın emirlerine uygun bir gelişmedir ve bu konuda Müslümanlar ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleri gerekir. Çünkü Kur’an “Beled Suresi”nde insanın sarp yokuşa yönelmediğini belirterek eleştirmekte ve bunun “köleleri özgürleştirmek” olduğunu vurgulamaktadır (11-13). Buradan İslam’ın maksadını çıkarmak zor bir şey olmasa gerektir. Buna rağmen hala “Kur’an’da kölelik yasaklanmadı” diye hayıflanmak abesle iştigalden başka bir şey değildir.
3. Kur’an kadını dövmeyi emrediyor!
Son yıllarda kadınlara yönelik şiddet tartışmaları eşliğinde “darabe” ayetinin gündeme getirilmesi ve tartışılması da görece yeni bir meseledir. Kur’an, “Nisa Suresi”nin 34. ayetinde serkeşlik (nüşûz) eden kadınlara öğüt verilmesini, yataklarının ayrılmasını veya dövülmesini (darabe) salık vermektedir. Burada en çok tartışılan “nüşûz” ve “darabe” kelimeleridir. Kimi zaman “serkeşlik” ve “isyankar” kimi zaman da evlilik birliğini bozan davranışlar olarak tercüme edilen nüşûz kelimesi, kadından kaynaklanan ve erkeği rahatsız eden geçimsiz kadınları ve eylemlerini ifade etmektedir. Başka bir deyişle burada istisnai bir durum söz konusudur. Kur’an genel anlamda ve her durumda kadına yönelik bir önlem almayı ve hele hele dövmeyi emretmiyor! İkincisi “dövme” ya da “hafifçe dövme” olarak çevrilen “darabe” alınması gereken önlemlerden sadece bir tanesidir.
Çeviri ve anlatımlarda daha sıkıntılı bir mesele, söz konusu ayette belirtilen önlemlerin bir sıralamaya tabi tutulmasıdır. Yani önce şunu şunu yap, etkili olmazsa en son dövünüz şeklinde bir tavsiye şekline getirilmesidir. Oysa orijinal metinde “önce” şöyle yapın, “sonra” böyle yapın şeklinde bir sıralama yoktur. Böyle bir düşünceye yol açan şey, “öğüt verme”, “yatakları ayırma” ve “dövme” kelimelerinin arka arkaya gelmesidir. Buradan varmak istediğimiz nokta şudur: Toplumların gelişme seviyeleri ve kültürlerine bağlı olarak burada bazı seçenekler sunulmaktadır. Eğer bir toplum dayak ve dövme gibi eylemleri onaylayan bir kültüre sahip değilse, öğüt verme ve yatakları ayırma yeterli olacaktır. Bunların her biri boşanmadan önce uygulanabilecek önlemlerdir. Eğer kadın sistematik olarak evlilik birliğini bozan eylemlerden vazgeçmezse, tarafların boşanma hakkı vardır. Bu hakkın kullanılmasından önce de, aynı ayetlerin devamında aracılık teklifi yapılmaktadır (4:35). Öyleyse tüm bu önlemleri çatışmayı çözme yöntemleri olarak görmek gerekir.
Kadın değil de, erkek serkeşlik ederse çözüm ne olacaktır?
Nisa Suresi’nin 128. ayeti bu konuya bir çözüm sunmaktadır: “Kadın, kocasının kendisine eziyet edeceğinden yahut kendisini ihmal edeceğinden korkarsa karıyla kocanın, kendi aralarında uzlaşıp barışmaları hususunda her ikisine de vebal yok ve barış, daha hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık ve bencillik (nekeslik) meyli vardır, fakat iyilik eder, hoş geçinir ve sakınırsanız şüphe yok ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”
Demek ki nüşûz eylemi, hem kadından hem de erkekten kaynaklanabilir. Bunun için en iyi çözüm; konuşarak uzlaşmak, bu mümkün değilse ayrılmaktır. Çünkü karı-koca ilişkilerde asıl olan ya iyilikle geçinmek ya da güzelce boşanmaktır (2:229). Geleneksel toplumlarda dayak ve dövme içselleştirilmiş bir uygulamadır ve bu durum 20. yüzyılın sonuna kadar devam etmiştir. Hem evde hem de okullarda dayak ya da bedensel cezalandırma, birçok Avrupa ülkesinde de yakın zamanlara kadar sürüp gelmiştir. Ama bugün dayağın bir ıslah aracı olmadığı konusunda bir toplumsal ve evrensel bir uzlaşı ortaya çıkmıştır. İslam, ilişkilerde gözettiği barış, iyi geçinme ve karşılıklılık gibi ilkeler gereğince dayağı devre dışı bırakacak esnek bir yapıya sahiptir.
Tıpkı kölelikte olduğu gibi nüşûz eden kadınların dövülmesi konusunda da İslam olmayan bir şeyi icat etmiş değildir. Bilakis İslam toplumlarda varolan bir sorunu düzenlemiş ve bu konuda farklı alternatifler sunmuştur. Burada önemli olan nasıl bir yol ve yöntemin izleneceğidir. Geçmişte uygulanmış olan durum (Reel İslam), sürdürülmesi gereken bir durum değil, pekâlâ İslam’ın nihai hedefleri doğrultusunda (İdeal İslam) değiştirilmesi gereken bir durumdur.
Kısaca özetlemek gerekirse, çağdaş dünyada İslam kendi imkân ve potansiyellerini tüketmiş bir din değildir. Tükenen geleneksel ve reel İslam uygulamalarıdır. Geleneksel fıkıh Sanayi Devrimi’nden önce üretilmiş olan geleneksel toplumun fıkhıdır. Sanayi ve sanayi-ötesi toplumlar için yeni bir fıkıh elzemdir. Bu noktada fıkıh sadece ürettiği külliyatı değil, kendi metodolojisini de yenilemek zorundadır. Geleneksel fıkhın kıyas modeli kadar, geleneksel dönemde pek başvurulmamış olan makasıd modeli de devreye sokulmalıdır.
Kaynak: farklı bakış