Yatay mimari her ne kadar ülkemizde son yıllarda popülerleşen bir kavram olsa da şehirlerin yapılaşma biçimi olarak tartışılması daha eskiye dayanıyor.
19. ve 20. yüzyıl şehir tasarımcıları, artan nüfusla birlikte düzensiz bir hal alan şehirlerden ve şehirlerin sağlıksız koşullarından kurtulmak için “ideal bir şehir nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap aramışlar.
Bu arayış, pek çok tartışmayı da beraberinde getirmiş.
Tartışılan konulardan biri, şehirlerin dikey mi yoksa yatay mı yapılaşması gerektiği.
**
İki akademisyen Doğan Bıçkı ve Merve Kırkan’ın makalesinde “Türkiye’de Yatay Mimari” Meselesi” Turgut Cansever’in perspektifinden ele alınmış.Konuyu biraz daha iyi anlamak için bu makaleden alıntı yapmaya devam edelim;
Bilge mimar Turgut Cansever’in ufki kat mülkiyeti, ondan mülhem olarak izleyicisi H. İbrahim Düzenli’nin ufki(yatay) şehircilik olarak isimlendirdiği anlayış, 1-2 katlı müstakil bahçeli konutlardan oluşan, Osmanlı kent sisteminden ilham alan ve bugünün yapılaşma sisteminden tamamen farklı bir şehirleşme anlayışını yansıtıyor.
Geçen pazar günkü yazımızda da alıntıladığımız gibi bilge mimar Turgut Cansever’in bakış açısından, konutun 1-2 katlı müstakil ev şeklinde olması ve her ailenin kendine ait bir konutta, yere yakın bir biçimde yaşamını sürdürmesi olan yatay(ufki) şehircilik anlayışı, sadece bir konut projesi olarak değil; aynı zamanda bir yaşam biçiminin de doğal uzantısı olarak tasavvur edilmiş.
**
19. yüzyıl şehir plancılarından Ebenezer Howard, “Yarının Bahçe Şehirleri”ni iki katlı konutlardan oluşan ve geniş yollarla birbirine bağlanan bahçe şehirler biçiminde tasarlayarak, bir anlamda yatay büyümeyi desteklemiş.
“Bahçe Şehir” ütopyasıyla şehrin avantajlarının kırsal bölgenin avantajları ile birleştirilmesi hedeflenmiş.
Böylece nasıl ki kırdan şehre göç yasal bir baskı olmadan gerçekleştiyse, çok katlı, plansız, sağlıksız, kirli şehirlerden kaçış da yine baskıcı bir güce dayanmadan kendiliğinden gerçekleşebilecektir.
**
Organik mimarlığın öncülerinden Frank L. Wright ise yüksek yapılara ekseriyetle karşı çıkmış ve insanları aynı kaba koymanın yanlışlığından bahsediyor.
Ve her bireyin gereksinimlerinin, beğeni standartlarının ve sorunlarının farklı olmasından dolayı konut tasarımlarının da bireylere özgü olması gerektiğini savunuyor.
Dolayısıyla Wright’ın ideal şehir fikrinin özünü yatayda kurgulanan müstakil evler oluşturuyor.
Wright’a göre konutlar, toprak ile uyumlu ve kişiye özel planlanmış mekanlar sunmalıdır.
Buradan yola çıkarak Wright, herkesin dört dönümden az olmamak şartıyla kullanabileceği arazisinin olduğu, insanların yarı zamanlı olarak çiftliklerde çalıştığı bir şehir planı tasarlamış.
**
Wright’ın bu önerisini, yatay (ufki) mimari fikrinin Türkiye’deki öncüsü sayılabilecek Cansever de desteklemiş.
Cansever’in şehirleşme felsefesine bakıldığında, “halka rağmen halk için” yaklaşımından ziyade halkın kendi irfanıyla organik biçimde kendisi için yapıp etmesi söz konusu.
Devletin vazifesi en üstün standartları belirlemek ve bunların uygulanması için gereken denetimi sağlamak.
**
Aktivist bir mimar olarak tanınan ve sık sık Le Corbuseir’in yaklaşımını eleştiren Catherine Bauer ise, yapım maliyetinin fazla, kişi mahremiyetinin az olması, gölgelerinden kaynaklı ölü cepheler yaratması ve güneş ışığını geçirememesi gibi nedenlerle yüksek katlı yapılara karşı çıkmış.
Bauer’e göre, bir konut, her birey için bir bahçeye ve kişisel gereksinimler için
yeterli bir alana sahip olmalı.
Bauer’in temel önceliklerinden biri de bireye özel tasarlanmış konut sunmak. Bauer, yapıların yatay olarak büyümesi gerektiğini zira yüksek yapılı konutların
yüksek nüfuslu mahalleler oluşturduğunu ve mahremiyeti tamamen öldürdüğünü ileri sürüyor.
Bauer’e göre ideal ev, haneye özel bahçesi olan küçük evdir ve bunun dışındakiler talihsizlikten başka bir şey değildir.
Bauer’in dile getirdiği bu görüşler, Cansever’in Osmanlı-İslam mimari/mahallesi için söz konusu ettiği hususların hemen hemen ikizi gibi.
**
Anlayamadığımız şey şu; Biz neden şehirleri büyütürken Avrupa’nın yanlış adımlarını takip etmek durumundayız.