“İdeal insan kimdir, ölçütleri nedir?” soruları bağlamında insanı bir nebze de olsa tanımaya çalışırken, karşımıza özellikle iki önemli kavram çıkmaktadır. Bu iki kavram, genellikle anlam kaymasına uğrayarak zaman zaman muğlâklığa yol açmaktadır. Bu iki kavramdan biri ‘’tam-tamam’’ (tam olma hali) kavramı, bir diğeri de kemal (kemal erme-kâmil olma) kavramıdır. Bu kavram karmaşasını gidermek için birbirinin yerine kullanılabilen bu iki kavramı bir örnek üzerinde şöyle somutlaştırıp ayrıştırabiliriz:
Bir ev, bir bina inşa edersiniz, bu evin ya da binanın belli bir plan ve tasarım üzerinden bir çatısı olur; bölümleri, girişi, koridoru, odaları, mahzeni, banyosu olur, bütün kapıların açıldığı evin bir sofası olur. Bu gibi unsurların tümü bir araya getirilip tamamlandığında bir ev veya bir bina inşa olunur. Buradaki her unsur, tam/tamam olmanın bir şartıdır. Fakat bütün bu unsurlar biraya getirilip tamlık gerçekleştirilse de nihayete erme, mükemmel olmayı oluşturamaz. Bu yapının sıvası, boyası, badanası, dizaynı, dekoru, aksesuarı gibi ekstra unsurlar ise o yapıyı güzelleştirip kemale erdirmenin birer kademesini oluştur.
Yine örneğin insanda el-ayak, göz-kulak gibi uzuvların tamamının eksiksiz bir şekilde mevcut olması, onu bir varlık (mahlûk) olarak var eder. Bu meziyetler tamlığın şartlarını oluştururken, kâmil (ideal) olmanın şartlarını oluşturmaz. İdeal insan; fiziki olarak eli ayağı, kaşı, gözü kulağı, tam ve eksiksiz olan insan değildir. İnsanı tamamlayan fiziksel unsurların tanımında hemen hemen herhangi bir fikir ayrılığı yokken, insanı kemale erdiren meziyetlerin ne olduğu hususunda farklı ekollerde farklı ölçütler referans alınmıştır. Filozoflar ideal insan ölçütü olarak aklı ve hikmeti öne sürerken; mutasavvıflar melameti, halveti, masivadan yüz çevirmeyi; muhabbet ehli sevgiyi ve aşkı ele almıştır. Nas (İslam fıkhı) ise hem aklı hem de imanı temel ölçüt olarak ele almış ve ideal insanın cevherini bu muvazenede tutmuştur.
Eski filozofların ekseriyeti, Sokrat, İbni Sina, Farabi gibi akılcı filozoflar, ideal insanın cevherinin akıl, mantık, düşünme ve fikir olduğunu illeri sürmüşlerdir. Akılcılar, teori ve pratik bilgiye dayalı olarak, teoride/zihinde tasarlanan alemle, mevcut pratik alemi eş değer görürlerdi. Sokrates’in ahlak anlayışında her şey, ideal insan dahi akla dayandırılmıştır. Akılcılara göre akıl; şehvete, nefse, öfkeye galebe çalabildiği için ideal insanın özünü (cevherini) oluşturur. Eğer şehvet, nefs, akla galebe çalarsa insan noksan olur. Fakat insan aynı zamanda sever, şehvet duyar, arzular öfkelenir. Akılcılara göre bunların hiçbiri ideal insan için şart değildir.
Nitekim şehvet ve akıl arasındaki muvazeneye baktığımızda Hz Ali’ye atfedilen şu meşhur söz de bu bağlamdadır: “Kimin aklı şehvetinden üstünse o meleklerden hayırlıdır. Kimin şehveti aklından üstünse o hayvanlardan da kötüdür.”
Akılcılık ekolü, mevcudatı olduğu gibi görür okur. Onlara göre akıl, âlemin suretini yansıtan bir aynadır. Son asırlarda deney ve gözlem (hissiyat) akılcılığı geçmiştir. Fakat bu ikisinden farklı olarak İslam âlimleri, akıl ile birlikte imanı ele almışlardır.
Hıristiyanlıkta akıl, imana müdahale edemez ve iman-i sınırlara geçmez fakat İslam’da tam tersi dine ancak akıl müdahale edebilir. Eğer imana akıl yoluyla varmışsanız, sizin imanınız ve tevhidiniz sahihtir. Çünkü İslam akıldışı, taklidi din ve inançları bertaraf etmiştir.
İslam, sapkın dinleri silip süpürmüştür. İslam’da ideal olan tahkik ile takvadır. İslam, ilkel çağlarda Allah’a şirk koşarak Ved, Suva, Yeğus, Yeuku’yu (Nuh a.s döneminde tapılan tanrılar) Tanrı edindikleri gibi Allah’tan başka ilah edinmeyi yasaklamıştır. Cahiliye Dönemi’nde müşriklerin babalarının ve atalarının dini üzerinden tevarüs edindikleri Lat, Menat, Uzza putlarına tapmayı, çok tanrıcılığı (politeizm), putperest inancını kökünden kazımıştır. Nitekim İbrahim (as) in düşünce metodu da tahkik üzerinden kalbi imana ulaşma metoduydu. Hz. İbrahim, hislerinin verdiği şüpheci ve yanıltıcı bilgiden sıyrılarak, mutmain bir şekilde rabbine yönelmişti. Cahiliye döneminde İslam zuhur etmeden önce de bu İbrahim-i metoda sarılıp doğru yolu tutan zatlar vardı k,i diğer bütün uyduruk düzmece tanrıları tek bir ilah adına reddetmişler ve yalnızca yeri göğün yaratıcısı olan Allah’a bağlanmışlardır. Bunların sayısı çok nadirdi ve Varaka bin Nevfel, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr, Ümeyye bin Ebi’s Salt, Kuss bin Saide bu isimlerdendi. Bunlar, İbrahim’in yolunu kendilerine şiar edinmişlerdi. Varaka bin Nevfel, Hz. Hatice’nin kuzeni olup Tevrat’ı ve İncil’i biliyordu. Hz. Hatice’nin Hz. Muhammed ile evliklerinde hazır bulunmuştu. İlk vahyi Hz Hatice kendisine bildirdiğine Varaka, Hz. Peygamber’e gelen meleğin Hz. Musa’ya gelen namus’lekber (Cebrail) olduğunu söylemiştir. Hz Muhammed’in son peygamber olduğunu, kavmi tarafından yurdundan çıkarılacağı gün yanında olma dileğini dile getirmişse de o günlere yetişememiştir. Hanif dininden bir başka kayda değer zat Kuss bin Saide’dir ki, Peygamberimiz gelmeden önce, Ukaz Panayırı’nda devesinin üzerinde insanlara Peygamberin gölgesinin düştüğünü haykırmıştır. Kuss b. Sâide bu meşhur hutbesinde şöyle der:
“Ey insanlar! Dinleyiniz ve belleyiniz; bir şeyi bellediniz mi ondan faydalanınız. Gerçek şudur ki yaşayan ölür, ölen yok olur. Gelmekte olan şey elbet bir gün gelecektir. Gökte haber, yerde ibretler vardır. Kapkaranlık gece, burçlar, sema, vadilerle yarılmış yer ve dalgalı denizler… Bana ne oluyor ki insanların daima gittiklerini, fakat geri dönmediklerini görüyorum. Gaflet sahiplerine, geçmiş milletlere ve eski asırların halklarına yazıklar olsun! Ey İyâd halkı! Hani babalarınız ve dedeleriniz? Hani hastalar ve ziyaretçileri? Nerede o zorba firavunlar? Hani o bina kurup da yükselten, yaldızlayıp süsleyenler? Hani mal ve evlâd? Nerede o haddi aşıp azan, servet toplayıp yığan ve ‘Ben sizin en büyük tanrınızım’ diye haykıranlar? Onlar sizden daha çok servete sahip ve uzun ömürlü değil miydiler ? …” Hz. Peygamber, tekrar dinlediği bu hutbeyi tasvip etmiş ve Kus hakkında “Allah Kus’a rahmet eylesin, kıyamet gününde onun ayrı bir ümmet halinde diriltileceğini umarım.” demiştir.
İşte Hanif dininden olanlar tarafından da örnek alınan İbrahim (as)’in bu tarihi, kutsi yönelişi öyle bir yönelişti ki, Azer’in putperest dininden Allah’ın tevhid (vahdet) dinine dikey bir geçişti.