Efsaneye göre Antik Yunan orduları bugünkü Çanakkale civarında bulunan Truva (Troia) şehrini kuşatırlar. Ama bir türlü şehri alamazlar. Hatta bu kuşatma 10 yıl sürer. 10 yıl boyunca Truva surlarını aşıp içeri giremezler. Askerler yorgun ve bıkkın bir haldeyken Odysseus zekice bir plan yapar. Plana göre tahtadan devasa bir at yapılacak ve Truva’ya bu at sayesinde girilecektir.
Bir an önce tahtadan at hazırlanır. En seçkin komutanlar ve askerler bu atın içine gizlenirler. Ordu da gemilerine binip göstermelik bir şekilde geri çekilir. Truvalılar savaşı kazandıklarını düşünüp bu tahta atın yanına gelirler. Akhalıların atın yanında bıraktıkları, görevi Truvalıları ikna ederek bu atın surların içine girmesini sağlamak olan Sinon ismindeki askerin planının da başarılı olmasıyla, Truvalılar atı ganimet olarak şehre alırlar.
Truvalılar gece zafer kutlamalarında alkolün etkisiyle sızdıkları esnada atın içinde şehre giren askerler dışarı çıkar, etrafa saldırır. Geri çekilmiş gibi görünen ordu da kapıya dayanmıştır. İçerideki askerler şehrin kapılarını açarlar ve Truva şehri tamamen yerle bir edilir.
Bu efsaneden gelen “Truva atı” kavramı bizde “dışarıdan aramıza sokulan casus” anlamında kullanılıyor. İşte biz de bu yazıda içimizdeki Truva atlarından bahsedeceğiz.
13 Ağustos Perşembe günü ABD Başkanı Donald Trump, İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki ilişkilerin normalleşmesi konusunda anlaşmaya varıldığını duyurdu. Trump’ın bizzat Twitter hesabından duyurduğu ve aracılık etmekle övündüğü anlaşmaya “İbrahim Barışı” adı verildi. Önümüzdeki haftalarda Beyaz Saray’da düzenlenecek bir törenle resmen imzalanacak olan anlaşma, BAE tarafından “İsrail, Batı Şeria’yı ilhak planını askıya aldı.” denilerek Filistinlilerin lehineymiş gibi pazarlanmaya çalışılsa da, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun hemen sonrasında yaptığı açıklamaya göre ilhak planı hâlâ yürürlükte. Sadece uygulamak için Washington’dan yeşil ışık bekliyorlar.
BAE’nin işi kılıfına uydurma çabaları boşuna. Zira yaptıkları anlaşmanın Filistinlilerin yararına olmayacağını bölgeyi az çok takip eden herkes çok iyi biliyor. Malumun ilamı olmaktan öteye geçemeyen anlaşma, İsrail ile BAE arasındaki uzun süreli yasak ilişkiyi resmiyete dökmüş oldu sadece. İki ülke özellikle Arap Baharı sürecinde çok yakın çalıştı. Arap ülkelerinin statükocu liderleri koltuklarını kaybetmesin diye ciddi çaba gösterdiler. Darbe, iç savaş, siyasi ve insani krizler, suikastlar, işkenceler bu çabanın sonuçlarından yalnızca birkaçı.
Anlaşmanın sürpriz olmadığını anlamak için tarihte biraz geriye gitmemiz gerekiyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nin yakın tarihine bir bakalım.
Ülkenin ilk devlet başkanı Zayed bin Sultan’ın 2004’te ölümünün ardından devletin başına oğlu Halife bin Zayed geçti. Arap dünyasında “Ateist Zayed” olarak bilinen Halife bin Zayed ülkenin başına geçince kardeşi Muhammed bin Zayed de veliaht prens olarak ilan edildi. Halife bin Zayed’in hiçbir zaman ülkenin gerçek yöneticisi olmadığı söyleniyor. Bugün hâlâ resmî olarak veliaht prens unvanını taşısa da Muhammed bin Zayed ülkenin fiili yöneticisi. Özellikle de Halife’nin 2014’te yaşadığı sağlık sorunlarından sonra Muhammed bin Zayed (MbZ) ipleri tamamen eline aldı. İngiliz Kraliyet Askeri Akademisi Sandhurst’ta eğitim alan MbZ’nin yönetimi ele almasıyla da BAE tamamen Batı güdümüne girmiş oldu.
Körfez’de casus imparatorluğu
Arap Baharı sürecinde karşı devrimlerin sponsoru olan BAE son yıllarda karanlık bir imparatorluğa dönüşmeye başladı. Körfez’de bir casus imparatorluğu kurmak için CIA ajanlarını büyük paralarla ülkesine getiren MbZ’nin bağlantılarına kısaca değinmekte fayda var.
Amerikan Foreign Policy dergisinin Aralık 2017 tarihli haberine göre Abu Dabi’nin Zayed Limanı yakınındaki havuzlu bir villada eski CIA ajanları BAE’nin casuslarına istihbarat eğitimleri veriyor. İstihbarat eğitimlerinin yanında ABD’nin özel kuvvetlerinden Yeşil Bereliler’in çatışma eğitimleri de verdiği ajanlar bölgede farklı yerlere gönderiliyor. İran, Suriye, Yemen, Katar, Eritre ve Libya bu ülkelerden bazıları.
Foreign Policy’e konuşan, daha önce eğitimlere katılmış 6 kaynağa göre istihbarat eğitimlerinin gerisindeki kilit isim eski istihbaratçı Larry Sanchez. CIA’in en gizli servislerinde görev alan Sanchez tam bir Müslüman düşmanı. Daha önce New York’ta Müslüman şüphelileri “terör eyleminde bulunmadan yakalamaya yönelik” gizli bir program başlatmasıyla tanınıyor. Program kapsamında New York’taki her Müslüman potansiyel terörist kabul edilmiş; camide, kitapçıda, hatta hemen her yerde çok sıkı takibe alınmıştı. Ancak medyaya sızınca sivil toplum kuruluşları programa çok sert tepki gösterdi ve program iptal edildi.
Birleşik Arap Emirlikleri’nin birlikte çalıştığı tek Amerikalı bu değil. Bir diğer isim de Eric Prins. Aynı zamanda Trump’ın Evanjelik Eğitim Bakanı Betsy DeVos’un da kardeşi olan Prins, Irak ve Afganistan’da sivillere işkence ve katliam uygulayan Amerikalı özel güvenlik şirketi Blackwater’ın kurucusu. (Şirketin adı daha sonra Akademi olarak değiştirildi.) Şu an BAE Veliaht Prensi’ni koruma işi Eric Prins’in kurduğu ve yabancı güvenlikçilerden oluşan küçük bir orduya ait.
Tüm bunlarla birlikte Amerikan hükûmetinin 2010 ve 2011 yıllarında Amerikan Ulusal Güvenlik Kurumu (NSA) yetkililerini İranlıların siber saldırı ihtimali bahanesiyle BAE’ye gönderdiği ortaya çıktı. NSA, Amerika’da yasa dışı dinlemeleriyle meşhur bir kuruluş. Bunun aynısını BAE’de Sinyal İstihbarat Kurumu adıyla kurdular.
Liste uzayıp gidiyor. Bir de Muhammed bin Zayed’in güvenlik danışmanı var, Muhammed Dahlan. Biraz da onu tanıyalım. Zira Arap Emirlikleri bir süredir Filistin iç siyasetini Dahlan üzerinden şekillendirmeye çalışıyor. Dahlan, hem İsrail’e hem de BAE’ye yakınlığı sebebiyle iki ülkenin kesişme kümesi durumunda. Bu anlaşmada da doğal olarak büyük rol oynamıştır.
Her taşın altından o çıkıyor
Gazze’nin eski polis şefi olan Dahlan, İsrail için çalıştığına yönelik suçlamalar nedeniyle 2011 yılında Gazze’den kovuldu. BAE’ye sığınan Dahlan, MbZ’nin güvenlik danışmanlığına getirildi. Aynı zamanda Zayed’e dış politika konusunda akıl hocalığı yapıyor.
2003 yılında Ürdün’de düzenlenen Akabe görüşmelerinde Amerika ve Siyonistlere Hamas’ı devirme planları sunan Dahlan hakkında George Bush’un “Bu genç bizi hayretler içerisinde bırakıyor.” dediği ve kendisinden övgüyle bahsettiği biliniyor.
Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, Arafat’ın, Dahlan’ın yürüttüğü bir suikastın kurbanı olduğunu; hatta sadece Arafat değil, çok sayıda Filistinliye yönelik suikastta onun parmağı olduğunu iddia etmişti. Abbas ayrıca Dahlan’ın 2000 yılındaki Camp David zirvesinde İsrail ve ABD ile iş birliği yaparak Filistin’in müzakere masasındaki elini zayıflattığını öne sürmüştü.
ABD merkezli Vanity Fair dergisi de Hamas’ın 2006’daki seçim zaferi sonrasında Washington yönetiminin Hamas’ı iktidardan uzaklaştırmak için hazırladığı komplonun merkezinde Dahlan’ın olduğunu ifade etmişti.
İşlediği suçlar bunlarla sınırlı değil, Dahlan’ın sicili bir hayli kabarık. 2008 yılında İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı öncesinde dönemin Ehud Olmert hükûmetiyle istihbarat paylaşmak ve 2010 yılında Hamas komutanlarından Mahmud Mabhuh’a Birleşik Arap Emirlikleri’nde MOSSAD ajanları tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen suikasta yardımcı olmak da Dahlan aleyhine getirilen suçlamalardan bazıları.
Bölge genelinde yürütülen örtülü operasyonların, faili meçhul cinayetlerin, terör organizasyonlarının birçoğunda onun imzası var. Ve tüm bunları da BAE adına, BAE’nin sağladığı finansmanla yapıyor.
BAE’nin siyasal İslam korkusu
Bütün bunların dışında Birleşik Arap Emirlikleri’ni İsrail’e yakınlaştıran bazı özel sebepler de var. İki devlet özellikle de Arap Baharı sürecinin başlamasıyla birlikte daha yakın iş birliği içerisine girdi. Bu iş birliğinin en önemli nedenlerinden birisi de BAE’nin siyasal İslam korkusu. Bu anlamda özellikle Müslüman Kardeşler, Katar ve Türkiye üçlüsüne karşı verilen mücadele, BAE ile İsrail arasındaki iş birliğinin temel dayanaklarından birisi. BAE-İsrail ikilisinin Tunus, Sudan, Libya ve Yemen gibi ülkelerdeki siyasal İslamî akımlara karşı savaşma konusunda da aynı ajandaya sahip olduğu görülüyor.
Yanına Suudi Arabistan’ı da alan BAE, 2013’te Mısır’daki darbeyi destekledi. Böylece Müslüman Kardeşler’in iktidarını engellemiş oldu. Katar’ı ise Suud, Bahreyn ve Mısır’la birlikte uyguladıkları ambargo neticesinde terbiye etme gayretine girişti. Tunus’ta Gannuşi’ye karşı Abir Musa’yı, Libya’da ise darbeci Hafter’i destekledi. Yine Suriye’de Esed rejimiyle diplomatik ilişkileri yeniden tesis etmeye çalışırken, Türkiye’de ise FETÖ’nün darbe girişimine destek vererek AK Parti iktidarını devirmek için uğraştı.
Bu şekilde bir yandan kendi ajandasını uygularken bir yandan da Başbakan Netanyahu’nun yolsuzlukları, koalisyonlar ve seçimlerle başı dertte olduğu için dış politikası sekteye uğrayan İsrail’in taşeronluğunu yapmış oldu.
İşte tüm bu arka plan bilindiği zaman imzalanacak olan BAE-İsrail anlaşmasına şaşırmıyor insan. Başta da dediğim gibi, bu anlaşma iki ülke arasındaki uzun süreli yasak ilişkiyi resmiyete dökmüş olacak sadece. Daha fazlası değil.
Ne ilk ne de son
Arap ülkeleri arasında İsrail’le anlaşma yapan ilk ülke BAE değil elbette. Daha önce Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat 1978’de İsrail ile “Camp David Sözleşmesi”ni imzalamıştı. Bu sözleşme ile ilk kez bir Arap devleti İsrail’i resmen tanımış ve işgal edilmiş topraklar üzerindeki egemenliğini meşru kabul etmişti. 1994’te ise Ürdün İsrail’le anlaşma yapan ikinci Arap ülkesi oldu. Moritanya da 1999’da İsrail’i tanımış fakat daha sonra Gazze’deki çatışmalar sebebiyle 2009’da ilişkileri kesmişti. Yani ilk değildi BAE. Son da olmayacak gibi görünüyor. Muhtemelen BAE’nin etkisiyle Körfez’in Bahreyn ve Umman gibi İsrail meraklısı aktörleri, Sudan gibi BAE’nin kendisine bağımlı kılmaya çalıştığı Afrika ülkeleri ile perde arkasında zaten çok yakın çalışan, her alanda iş birliğini geliştiren Suudi Arabistan’ın da kısa ve orta vadede ilişkileri tesis etme yönünde adımlar atması şaşırtıcı olmayacaktır.