İç güçler

Ahmet Taşgetiren, çoğu kez yararı dokunan dış güçlerin yanında iç gücünde önemin vurgulayarak, iç gücün geliştirilebilmenin mümkün olduğunu; bunun için siyasetten başlamak üzere bir çabaya gerek olduğunu belirtiyor.

İç güçler

“Dış Güçler”i yazdım dün. “Dış güçler”in her zaman tehdit olmayabileceğini, onların bile ülke için potansiyel imkân haline getirilebileceğini, bunun da makul – rasyonel yöntemleri bulunduğunu belirttim.
Tabii ki bir ülke için asıl güç, “içerde”dir. “İç güç”tür. “İç güç”ünü kullanamayan ülkeye, “Elden gelen öğün olmaz, olsa da vaktinde bulunmaz.”

“İç güç” geliştirilebilir bir şeydir.

Mesela, Uzakdoğu sporları, beden – ruh ilişkisini geliştirerek gerektiği zaman insanın olağan dışı bir direnç kazanabildiğini ortaya koyar.

Yoga – meditasyon başka iç direnç geliştirme yollarıdır.

Bizim kültürümüzde, mesela tasavvufi eğitim yöntemleri, sanılanın ya da görülenin aksine temelde iç gücü besleme disiplinidir. Diyelim murakabe, kişiyi Yaratan ile çok daha diri ilişki kurabilmeye yöneltir. Diyelim tefekkür-i mevt, ölüm korkusunu giderip, hayatla daha diri ilişki kurma tecrübesini temin eder.

Psiko-terapiler iç güç aşınması durumunda yeniden toparlanmayı temin etmeye yönelik yöntemlerdir.

Vücudun bizatihi kendisi de, diyelim bir yaralanma durumunda o bölgeyi iyileştirmek için seferber olur. Ya da bir mikrop girdiğinde vücuda, savunma için antikorlar harekete geçer.

Bir toplumun iç gücü…. O da geliştirilebilir ya da çökertilebilir.

Bu bizim toplumumuz için de böyledir.

Felaket anı, toplumlar için “hayati” bir sınamadır. “Hayati” yani “Hayat – Memat, Ölüm – Kalım” mücadelesi niteliğinde bir sınamadır.

Sanki Mehmet Akif’in sert ifadesi ile “Ey, bütün dünya ve mafiha ayaktayken; yatan!

Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah’tan utan” diye seslenilir. Yakasından tutulur sarsılır toplum.

Savaşlarda, depremlerde, “Felaket” diye nitelenen anlarda…

Bizim toplumumuzda, böyle zamanlarda farklı bir hayat hamlesinin ortaya çıktığı da vakıadır.

Diyelim Milli Mücadele’de, hani her şeyin bittiğinin, “Hasta Adam”ın mirasına konmanın hesaplarının yapıldığı ve milletin tarih sahnesinden silineceğinin zannedildiği bir zamanda, kadınlar fişek yaptılar, kundak bezini mermilere sardılar, kağnılara kendilerini koştular, tüm millet “Canını dişine taktı” ve “Varlık mücadelesi”ni kazandı.

Canını dişine takmak… Can havliyle ayağa kalkmak… Bunlar bizim anahtar ifadelerimiz. Zor zamanlarda “İç güçlerimiz”in harekete geçebilme potansiyelinin ifadesi.

Şu depremde yaşanan seferberlik duygusu millet adına böyle bir “İç güç”ü haber veriyor. Memleketin dört bir yanından insanlar, elinde işe yarayacağını düşündüğü hangi imkân varsa onu aldı, yola çıktı. Duası olan duası ile, bileği olan bileği ile…

Dua deyip geçmesin kimse. O da varlık adına, güçlerin birliği adına bir talep - irade yoğunlaşmasıdır.
Önceki akşam bir yardım kampanyası düzenlendi tv’lerin ortak yayınında. Kamudan yapılan milyarlık – milyonluklar tartışılsa da, bir de kumbaraların kırılıp içinden çıkan 100 liralıklar, üç - beş yüz liralıklar, hac – umre paraları, maaşlar var… Eskiden “Yediden yetmişe…” denirdi böyle seferberlikler için. Buradaki “seferberlik duygusu”dur asıl “İç güç.” “Tamam deprem 11 ilimizi yerle bir etti ama bizim insanlığımız ölmedi” haykırışıdır. “Yeniden ayağa kalkma” hamlesidir.

Burada bir soru sorulmazsa olmaz:

-Peki biz hep bu muyuz?

Bu sorunun içinde pek çok soru daha var: Fay hatlarına ev yaparak kendi mezarlarımızı niye kazdık?

Niye çimentodan, demirden çaldık? Niye içimizden canını dişine takanlar çıktığı gibi yağmacılar da çıkar?

Niye deprem ortamında bile siyaseten birbirimizi yer, “Bu deprem, iktidarı mı muhalefeti mi, kimi enkaz altında bırakır?” sorularını sorarız? Niye “Devlete şerik olmaz” gibi devleti adeta tanrılaştıran çarpık yaklaşımlarla, kontrolümüzde gözükmeyen iyiliklerin bile önünü kesmeye çalışırız?

Buralardan şöyle bir soru da çıkar:

-Acaba biz, sadece böyle külli yıkılış anlarında mı iç gücümüzü toparlayabilecek bir yapıya sahibiz?

Yani uçurumun kenarına gelmişken, toptan bir uyanış yaşıyor gibiyiz. Bu da bizim “iç gücümüz”ü sürekli bir yükseliş zemini olmaktan çıkarıyor. Sürekli düşüşler – ayağa kalkışlar yaşayan bir toplum görüntüsü veriyoruz.

Bunu kim tahlil edecek? Mesela ülkeyi yöneten veya yönetmeye talip olanların, yani iktidar ve muhalefetin, birbirini yok etmeye oynamanın dışında, birlikte, birbirini iyileştirmeye yönelik bir anlayış geliştirmeleri imkânı olmayacak mı? İktidar veya muhalefet, toplumun o yarısı veya bu yarısı demektir, acaba enkaz altında toplumun hangi yarısı kalırsa, biz toplum olarak daha sağlıklı oluruz?

Bu soru çok abes değil mi? Ya da bu soru, birbirimizin toptan imhasını ifade eden bir soru değil mi?

Böyle zamanlar içimize baksak bir, derim, böyle her şeyin sıfırla çarpıldığı bir çözüm istiyor muyuz?

Çünkü külli felaketlerde kimin enkaz altında kalacağı kestirilemez ki…