Önceki yazımda, “Hz. Peygamber’in öncelikleri” içinde önemli bir yeri olan “güvensizlik sorunuyla mücadele” konusunda söylemem gerekenlerin devamını bugünkü yazıma bırakmıştım. (Güvenlik kaygısı bugün de hem dünyanın hem de Müslüman toplumların öncelikli sorunu olmayı sürdürüyor.)
***
İslamiyet, öncelikle intikam ve kan davalarını üreten realitenin değiştirilmesini hedefledi. Bunun için Câhiliye dönemindeki kabile dayanışmasının yerine, bütün müminlerin kardeş olduğu, hatta bütün insanların ilk yaratılıştan itibaren temelde eşit oldukları ilkesini getirdi. Hucurât (49) sûresinin 13. ayeti ve Peygamberimizin Veda Hutbesi evrensel bir doğal eşitlik manifestosudur.
Kur’ân-ı Kerîm, bir güven toplumunun temellerini oluşturacak başka ilkeler de koydu. Toplumsal ilişkilerin, uzlaşma (ülfet) üzerine kurulmasını, anlaşmazlıkların objektif hukuk ve adalet ölçülerine göre çözümlenmesini buyurdu (ör. bkz. 3/103; 4/58; 5/8, 42; 16/90, 135-136; 42/15); bunun ahlâkî ve hukukî teorik alt yapısını oluşturdu. “İyilikle kötülük bir değildir. Sen karşındakilerle mücadeleni en güzel bir yolla yapmaya çalış. O zaman bakacaksın ki, aranızda düşmanlık bulunan biri sımsıcak bir dost oluvermiş!” buyurdu (41/34). Hz. Peygamber ve izleyicileri de toplumu “câhiliyye” (barbarlık) zihniyetinden “islâm” (barış ve uzlaşma) zihniyetine taşımak üzere büyük çaba harcadılar.
Resûlullah, Vedâ Hutbesi’nin kan davasına ayırdığı kısmında Câhiliye döneminden kalma bütün kan davalarının kaldırıldığını açıkladı; insanların kardeşliği, ırkların eşitliği öğretisini ilan etti. Kendisi de Mekke’nin fethinden sonra intikam peşine düşmedi. “Hepiniz serbestsiniz; (evlerinize) gidiniz” dedi. Eski düşmanlarını Müslüman olma şartı bile koşmadan bağışladı. Affettikleri arasında, kendisini öldürmesi için kiralık katil tutanlar da vardı. Çünkü Kur’an ona ve onun şahsında bütün Müslümanlara “Bağışlama yolunu seç, iyiliği emret, cahillere aldırma” buyuruyordu (7/199).
Sonuçta insan odaklı bu öncelikleri sayesindedir ki, Hz. Muhammed (a.s.), bütün Arap Yarımadası halklarını, bilinen tarihlerinde ilk defa, tek bayrak altında toplayan bir siyasi birlik sağladı.
Hicretten sonraki bilhassa şu üç uygulaması, Hz. Peygamber’in öğretisinin evrensel özünü içermesi bakımından büyük önem taşıyordu: (1) Medine’ye gelir gelmez her şeylerini geride bırakmış Mekkeli göçmenler (Muhacirîn) ile Medineli Müslümanlar (Ensar) arasında yürürlüğe koyduğu -mal paylaşımını da içeren- “kardeşlik” (muâhât) projesi, (2) Mekke fethinin peşinden ilan ettiği genel af, (3) Fetihten sonra 50’ye yakın kabile heyetleriyle yaptığı birlik ve katılım anlaşmaları.
Şu birkaç cümle, Avusturyalı oryantalist G. E. von Grunebaum’un “The nature of Arab Unity before Islam” başlıklı yazısından (Arabica, Leiden, 01 Janvier 1963, X/1, s. 5-23): “(İslam’dan önce Yarımadanın güney ve kuzeyindeki yarı bağımsız) Arap devletleri varoluşlarını yabancı yönetimlere borçluydular. Kaynaklar (mesela) Gassânî ve Lahmî beyliklerinden sık sık “Roma Arapları” yahut “İran Arapları” diye bahseder.” (…) “Şüphesiz Arapları bir ulus-devlete çeviren şey İslam oldu.”
Sonraları dünya tarihinin seyrini değiştirecek olan o yüce Peygamber’in belki en önemli ve hayranlık verici özelliği, bu başarılarının sarhoşluğuna kapılmamış olmasıydı. Demiştim ya: “İlk gündeki tevazuu ne idiyse son gününde de o oldu. Tarihte sarayı olmayan tek devlet başkanı… Sevgili eşi Aişe annemizin kucağında ruhunu teslim ettiği ev, Medine’ye geldiğinde elleriyle yapıp, üstünü hurma dallarıyla kapattığı mütevazı ev idi.”