Babası Ebû Bekir b. Ebû Kuhâfe, es-Sıddîk lakabıyla tanındığı için kendisine Âişe es-Sıddîka (es-Sâdıka) binti’s-Sıddîk denilmiştir. Annesi, Kinâne kabilesinden Ümmü Rûmân bint Âmir b. Uveymir’dir.
Bi‘setin 4. yılında (614) Mekke’de doğdu. Onun daha önce doğduğunu ve dolayısıyla Hz. Peygamber ile evlendiğinde on dört ile on sekiz yaşlarında olduğunu ileri süren bazı çağdaş araştırmacıların (bk. Süleyman Nedvî, V, 12-25; Akkād, s. 39, 59-60) dayandıkları rivayetler sağlam değildir. İbn İshak, Hz. Ebû Bekir’in daveti ile müslüman olanları sıralarken Hz. Âişe’nin de adını verir ve o sıralarda yaşının küçük olduğunu zikreder. Hz. Âişe’nin, “Ben ebeveynimi bildim bileli onları müslüman buldum” (Buhârî, “Kefâlet”, 4) ifadesinden kendisinin bi‘set-i nebeviyyeden sonra doğduğu anlaşılmaktadır. Çocukluğu hakkında fazla bilgi yoktur. Hz. Peygamber ile nikâhı hicretten önce Mekke’de kıyılmıştır. Babası Resûl-i Ekrem ile daha önce hicret ettiği için aynı yıl (622) annesi, ağabeyi Abdullah, kız kardeşi Esmâ, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde, kızları Fâtıma ve Ümmü Külsûm ile birlikte Medine’ye hicret etti. Önceleri Medine’nin havasına alışamadığı için babası gibi rahatsızlandı. Ancak kısa bir süre sonra sağlığına tekrar kavuştu. Hicretin 2. yılı Şevval ayında (Nisan 624, iki bayram arasında) Hz. Peygamber’le evlendi (Zehebî, II, 141-142). Düğün tarihini hicretin 1. yılı Şevval ayı (Nisan 623) olarak kabul edenler de vardır. Hz. Ebû Bekir, düğünü neden geciktirdiğini Hz. Peygamber’e sormuş, mehir parasını temin edemediği için tehir ettiğini öğrenince ihtiyacı olan 500 dirhemi ona ödünç vermişti.
Hz. Âişe Resûl-i Ekrem ile evlendikten sonra üstün bir mevkie ve haklı bir şöhrete ulaştı. Peygamber hanımlarının müminlerin anneleri (ümmehâtü’l-mü’minîn) olduklarını bildiren ve Hz. Peygamber’den sonra, başkalarının onlarla evlenmesini ebediyen yasaklayan Kur’an âyetleri (bk. Ahzâb 33/6, 53) gereğince “ümmü’l-mü’minîn” diye anılmaya başladı.
Hz. Âişe’nin Bedir Gazvesi’ne iştirak ettiğine dair bazı rivayetler vardır. Ancak bunu Hz. Peygamber ile izdivacının Bedir’den sonra vuku bulduğuna dair rivayetle bağdaştırmaya imkân yoktur. Uhud Gazvesi’nde sırtında su taşıma, haber toplama ve yaralılara bakma gibi geri hizmetlerde çalışmıştır (Vâkıdî, I, 249, 265, 292). Hendek Savaşı’nda ise Benî Hârise kabilesinin kalesinde Sa‘d b. Muâz’ın annesiyle birlikte bulunmuştur. Hudeybiye Musâlahası’na da katılmış, Hayber’in fethinden sonra Hz. Peygamber diğer hanımlarıyla birlikte ona da bir miktar hisse ayırmıştır. Hz. Ömer Hayber yahudilerini Filistin taraflarına sürdüğü zaman, Hz. Peygamber’in hanımlarını Hayber’deki hisselerini mahsul veya toprak olarak almakta serbest bırakmış, Hz. Âişe toprak almayı tercih etmiştir. Mekke fethi için hazırlıklara başladığında seferin ne tarafa olacağını herkesten gizleyen Hz. Peygamber bunu sadece Âişe’ye bildirmiş, Hz. Ebû Bekir bu hazırlığın Mekke için olduğunu kızından öğrenmişti. Hicretin 10. yılında yapılan Vedâ haccına diğer ümmehâtü’l-mü’minîn ile birlikte katılmıştır.
Hz. Âişe’nin iştirak ettiği en mühim seferlerden biri, hicretin 5. yılı (bazı kaynaklara göre 6. yıl) Şâban ayındaki (Ocak 627) Benî Mustaliḳ Gazvesi’dir. Hz. Peygamber sefere çıkarken Hz. Âişe’yi de yanına almış, savaş sonrası Medine’ye dönülürken ordunun konakladığı bir yerde Hz. Âişe devesinden (mahmil) inip bir ihtiyacını gidermek için ordugâhtan biraz uzaklaşmış, dönüşünde boynundaki gerdanlığın düştüğünü farketmişti. Gerdanlığı aramaya çıktığı sırada onun mahmilde olduğu düşünülerek orduya hareket emri verilmişti. Hz. Âişe geri dönünce konak yerinde kimseyi bulamadı ve kendisini almaya gelecekleri ümidiyle beklemeye başladı. Ordunun artçısı Safvân b. Muattal Hz. Âişe’yi görünce onu devesine bindirip orduya yetiştirdi. Bu savaşa katılmış olan münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl, Hz. Âişe aleyhine iftira ve dedikoduya başladı. Bazı müslümanlar da onun bu çirkin iftirasına alet oldular. Hz. Peygamber ve Âişe’nin ebeveyni dedikodular sebebiyle çok üzüldüler. Savaş dönüşü bir ay kadar hastalanan Hz. Âişe, kendisine yapılan bu iftirayı çok sonra tesadüfen öğrendi, Hz. Peygamber’den izin alıp babasının evine gitti ve üzüntüsünden günlerce ağlayıp ıstırap çekti. Nihayet Nûr sûresinin 11-21. âyetleri nâzil oldu ve Allah Teâlâ yapılan dedikoduların tamamen asılsız olduğunu ve Âişe’ye iftira edildiğini bildirdi. Bu âyetlerin nâzil olmasıyla çok sevinen Hz. Ebû Bekir ile hanımı Ümmü Rûmân, kızlarına Hz. Peygamber’e gidip teşekkür etmesini söyledilerse de Hz. Âişe, “Hayır! Vallahi gitmem! Ben yalnızca suçsuz olduğumu ortaya çıkaran Allah’a hamdederim” dedi (Buhârî, “Şehâdât”, 15) (daha geniş bilgi için bk. İFK). Hz. Âişe katıldığı bir başka seferde (Mekke fethi yahut Zâtürrikā‘) kardeşi Esmâ’dan ödünç aldığı gerdanlığı yine kaybetti. Hz. Peygamber gerdanlığın aranması için bazı kimseleri gönderdi. Müslümanlar susuz bir yerde bulunuyorlardı. Sabah namazı vakti yaklaştığı ve su da olmadığı için gerek Hz. Ebû Bekir gerekse diğer bazı müslümanlar Hz. Âişe’ye çok kızdılar. Bunun üzerine teyemmüm âyeti nâzil oldu. Babası ve diğer müslümanlar hayırlı bir işe vesile olduğu için ona dua ettiler.
Hz. Peygamber hicretin 11. yılı Safer ayının (Mayıs 632) son haftasında rahatsızlanınca, diğer hanımlarının iznini alarak Hz. Âişe’nin odasına geçti ve mübârek başı onun kucağında olduğu halde vefat etti ve onun odasına defnedildi. On sekiz yaşında dul kalan Hz. Âişe, Peygamber hanımlarının başkalarıyla evlenmelerini yasaklayan Kur’an hükmüne uyarak bir daha evlenmedi. Hz. Peygamber’den sonra kırk yedi yıl daha yaşadı ve altmış beş (veya atmış altı) yaşında iken 17 Ramazan 58 (14 Temmuz 678) Çarşamba gecesi, vitir namazını kıldıktan sonra Medine’de vefat etti. 56, 57 veya 59 yıllarında 19 veya 13 Ramazan’da vefat ettiği de rivayet edilmiştir. Ölümü Medine’de büyük bir üzüntüyle karşılanmış, cenazesi aynı gece kaldırılmıştır. Kadınlar da dahil olmak üzere Medine ve civarındaki bölgelerde yaşayan bütün halk geceleyin Cennetü’l-bakī‘a gelmiş, cenaze namazı mezarlığın ortasında Medine vali vekili Ebû Hüreyre tarafından kıldırılmış, vasiyeti üzerine oraya defnedilmiştir. Onu kabre erkek ve kız kardeşlerinin çocukları (Kāsım b. Muhammed, Abdullah b. Abdurrahman, Abdullah b. Muhammed b. Abdurrahman, Urve b. Zübeyr ve Abdullah b. Zübeyr) koymuşlardır.
Hz. Âişe gelişmesini, yetişmesini ve şahsiyetinin olgunlaşmasını Peygamber evinde tamamlama imkânı buldu. Çocuğu olmadı. Bununla birlikte, Araplar’da anne ve babaların büyük erkek çocuğun adını künye olarak almaları âdeti sebebiyle bir künyesi olmadığına üzüldüğünü söyleyince, Hz. Peygamber ona kız kardeşi Esmâ’nın oğlu Abdullah b. Zübeyr’e nisbetle Ümmü Abdullah künyesini vermişti. Hz. Peygamber onu çok sevdiği için kendisine Ayşe (عيشة), Uveyş (عويش) ve Âiş (عائش) diye de hitap ederdi. Ayrıca beyaz tenli olmasından dolayı Hz. Âişe’ye Hümeyrâ (حميراء) denildiği, kendisine Hz. Peygamber’in bu şekilde hitap ettiği de rivayet edilmiştir. Hz. Ali bir hadis rivayetinde ondan “Resûlullah’ın sevgilisi” (خليلة رسول الله) diye söz etmiş, tâbiînden Mesrûk ise Hz. Âişe’den rivayet ettiği hadislerin senedinde, “Allah’ın sevgilisinin sevgilisi, semadan inen âyetle temize çıkan” ifadesini kullanmıştır. Hz. Âişe ile Hz. Peygamber arasındaki aile bağı sevgi, anlayış ve hürmet esası üzerine kurulmuştur. Kendisine büyük yakınlık ve sevgi gösteren Hz. Peygamber ile koşu yaptığı, onun omuzuna dayanarak Mescid-i Nebevî’de mızraklarıyla savaş oyunları oynayan Habeşliler’i seyrettiği ve Hz. Peygamber’e nazlanmaktan hoşlandığı bilinmektedir. Hz. Peygamber de onunla bir arada bulunmaktan, bilhassa gece seyahatlerinde kendisiyle sohbet etmekten, davetlere onunla birlikte katılmaktan (bk. Müslim, “Eşribe”, 139), sorularına cevap vermekten pek memnun olurdu. Esasen Hz. Âişe zekâsı, anlayışı, kuvvetli hâfızası, güzel konuşması, Kur’ân-ı Kerîm’i ve Hz. Peygamber’i en iyi şekilde anlamaya çalışması gibi vasıfları sayesinde Hz. Peygamber’in yanında müstesna bir mevki kazandı. Hz. Peygamber onun kabiliyetlerinin gelişmesine yardım edince baba evindeki eğitimi, vahyin aydınlattığı Peygamber evinde daha da gelişti, olgunlaştı ve derinleşti. Bilemediklerini, anlayamadıklarını, eksik ve yanlışlarını, hatta Kur’an ile Hz. Peygamber’in hadisleri arasındaki kendi anlayışına göre farklılık arzeden hususları Hz. Peygamber’e sormak ve onunla müzakere etmek gibi güzel bir alışkanlığı vardı.
Hz. Peygamber, hanımları arasında Hz. Hatice’den sonra en çok onu sevmiş, dünyada en çok kimi sevdiği sorusuna karşılık olarak onun adını vermiş ve bu sevgisini dile getirmiştir. Hanımları içinde yalnızca Âişe ile birlikte bulunduğunda kendisine vahiy geldiğini açıklaması, onun diğer hanımlarından daha faziletli olduğunu ve Hz. Peygamber’in ona duyduğu sevginin -Zehebî’nin dediği gibi- ilâhî kaynağa dayandığını göstermektedir (Aʿlâmü’n-nübelâʾ, II, 141-143). Sahâbîler Hz. Peygamber’e sunacakları hediyeleri onun odasında bulunduğu günlerde takdim ederlerdi. Hanımları arasında Hz. Peygamber’i en fazla kıskanan ve sevgisini kazanmak için en çok gayret sarfeden de o idi. Hz. Peygamber’in çok sevdiği ve hâtırasını daima canlı tuttuğu Hz. Hatice’yi bile kıskanır ve bu husustaki hislerini Resûl-i Ekrem’e ifade etmekten çekinmezdi. Hz. Peygamber de ona Hz. Hatice’nin faziletlerini sayar, ondan çocukları olduğunu söylerdi.
Ev işlerini kendisi yapardı. Hz. Peygamber ile beraberken onunla sohbet eder ve nâfile ibadet ile meşgul olurdu. Kadınlarla namaz kılarken onlara imamlık ederdi.
Hz. Peygamber’e karşı beslediği derin sevgi yanında ona itaat ve emirlerine dikkat etmekle de temayüz etmişti. Geceleri namaz kılar, günlerinin çoğunu oruçla geçirirdi. Kimsenin aleyhinde konuşmayı sevmezdi. Kanaatkâr, mahviyetkâr, mütevazi, aynı zamanda vakur ve cömert idi. Öksüz ve fakir çocukları himayesine alır, onların terbiye ve yetiştirilmesine itina eder, sonra da kendilerini evlendirirdi. Birçok köle ve câriyesini âzat etmiştir; bazı rivayetlerde sayıları altmış iki olarak zikredilen bu âzatlılardan bir kısmı ilim ve hadisle meşgul olmuştur. Hz. Peygamber’in diğer hanımlarıyla, kızı Fâtıma, Hz. Ali ve diğer sahâbîlerin faziletlerine dair birçok hadisi rivayet etmek ve onları ümmete tanıtmak suretiyle âlicenap olduğunu da göstermiştir.
Siyasî Hayatı. Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in halifeliği sırasında herhangi bir siyasî faaliyette bulunmadı. Onun her iki halife ile münasebetleri karşılıklı saygı ve anlayış içerisinde geçti. Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’in verdiği bazı arazi gelirlerini ümmehâtü’l-mü’minîne, kızı da dahil olmak üzere, aynen vermeye devam etti. Vefatından önce çok sevdiği kızına, Bahreyn’deki bir araziyi iktâ* olarak bıraktı. Ayrıca kendisinin Hz. Peygamber’in yanına defnedilmesi için ondan izin aldı.
Hz. Ömer, Hz. Âişe’ye yılda 12.000 dirhem tahsis etti. Bu miktar Hz. Peygamber’in diğer hanımlarının gelirlerinden fazla idi. Hz. Ömer kadınlarla ilgili fıkhî meselelerde daima Hz. Âişe’nin görüşünü alırdı. Bir suikast sonucu ağır yaralanınca, Hz. Peygamber’in ayak ucuna defnedilmesi için, kızı Hafsa vasıtasıyla ondan izin istedi. Hz. Âişe kendisi için düşündüğü bu yere, “Ömer’i kendime tercih ederim” diyerek onun defnedilmesine izin verdi ve böylece büyük bir feragat ve kadirşinaslık örneği gösterdi. Hz. Ömer’in defnedilmesine kadar Resûlullah’ın kabrini serbestçe ziyaret ederken daha sonra ziyaretlerine örtünerek devam etti.
Hz. Osman’ın on iki yıllık hilâfetinin birinci yarısında ilk iki halife dönemindeki hayatını sürdürdü. Ancak Hz. Osman’ın bazı karar ve tasarruflarının aleyhinde faaliyetlerin başladığı ikinci devrede, halifeye karşı son derece sert davranan muhalefet hareketinin başında yer aldı. Çeşitli bölgelerden şikâyet için Medine’ye gelenler ondan halifeyi bazı tayinlerden vazgeçirmesini isterlerdi. Bu sebeple, halifenin süt kardeşleri olan Mısır Valisi İbn Ebû Serh ile Kûfe Valisi Velîd b. Ukbe’nin azledilmelerini ısrarla talep etti. Öte yandan halife, Abdullah b. Mes‘ûd ile Ammâr b. Yâsir’den kendilerinde bulunan mushafları getirip teslim etmelerini istemiş, teklifi kabul edilmeyince onlara karşı menfi bir tavır takınmıştı. Bunun üzerine Hz. Âişe halifenin istifa etmesini istedi. Hz. Osman’ın onun şikâyetlerinden ve muhalefetinden çok rahatsız olduğu rivayet edilir.
Böylece siyasî olaylara karışan Hz. Âişe, Hz. Osman’ın evinde muhasara edildiği sırada haccetmek üzere Medine’den ayrılıp Mekke’ye gitti. Başta Mervân b. Hakem olmak üzere bazı kimseler böyle kritik bir dönemde onun Medine’de kalmasını istediler; ancak o bu istekleri reddetti. Halifenin şehid edildiğini, yerine Hz. Ali’nin halife olduğunu Medine’ye dönerken yolda Talha ve Zübeyr’den öğrendi. Onlar Hz. Ali’ye istemeyerek biat ettiklerini, fakat daha sonra bu biattan vazgeçtiklerini söylediler. Bunun üzerine Hz. Âişe onlarla birlikte Mekke’ye döndü. Hz. Osman’ın öldürülmesine karşı çıkanlar ile bilhassa Ümeyyeoğulları’nın bazı mensupları onun etrafında toplanarak halifenin intikamını almak ve müslümanlar arasındaki ihtilâflara son vermek üzere, Medine veya Şam yerine Basra’ya gitmeye onu ikna ettiler. O da etrafına toplananlarla birlikte, iddia edildiğinin aksine, Hz. Ali’ye karşı hiçbir kırgınlığı olmadığı halde Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmak ve müslümanları içinde bulundukları fitneden kurtarmak için Basra’ya hareket etti. Nitekim Hav’eb’den geri dönmek isteyince başta Zübeyr olmak üzere hemen herkes ondan geri dönmemesini rica etmiş ve belki de Allah Teâlâ’nın onun sayesinde müslümanlar arasında barış ve huzuru temin edeceğini söylemişlerdi. Yine Amre bint Abdurrahman’ın rivayetine göre Hz. Âişe, iki mümin grup arasında savaş çıkarsa saldırgan taraf Allah’ın emrine dönünceye kadar onlarla savaşmayı ve sonunda tarafların arasını bulup adalet dairesinde uzlaştırmayı emreden âyet-i kerîmenin (el-Hucurât 49/9) hükmüne uyarak olaylar karşısında ilgisiz kalmamış ve sadece iç savaşa son vererek müslüman kanının haksız yere akıtılmasını önlemek gayesiyle yola çıkmıştır. Hz. Âişe ve maiyetindekiler Basra’ya varınca Hz. Ali’nin valisi Osman b. Huneyf’i küçük bir çatışmadan sonra bertaraf edip şehre hâkim oldular.
Suriye’ye Muâviye üzerine yürümek için hazırlık yapmakta olan Hz. Ali bu gelişmeleri öğrenince Medine’den Irak’a hareket etti. Hz. Âişe ile Hz. Ali arasında çeşitli mektuplaşmalar ve müzakereler olmuşsa da 36 yılı Cemâziyelâhirinde (Aralık 656) müslümanlar arasındaki ilk kanlı çarpışma engellenemedi. Bu olay, Hz. Âişe’nin savaşı devesinin üzerinde idare etmesinden dolayı Cemel Vak‘ası diye meşhur oldu. Sonunda Hz. Âişe tarafı savaşı kaybetti. Hz. Ali kendisine esir muamelesi yapılmasına izin vermedi. Kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’in nezaretinde onu önce Basra’ya, kendisine 12.000 dirhem verdikten sonra, oradan yanına kattığı Basralı kırk kadınla birlikte Medine’ye gönderdi. Fakat Hz. Âişe o yıl da hacca iştirak etmek istediğinden önce Mekke’ye gitti. Oradan da Medine’ye döndü. Sadece Allah’ın emrini yerine getirmek gayesiyle katılmış olmasına rağmen, Hz. Osman’ın halifeliğinin son yıllarında başlayıp Cemel Vak‘ası’yla sona eren siyasî faaliyetleri sonraları onu çok üzmüştür. Birçok müslümanın ölümüne sebep olan bu acı olayları yaşamaktansa daha önce ölmeyi tercih ettiğini söylemiş, Peygamber hanımlarının evlerinde oturmalarını emreden âyeti (el-Ahzâb 33/33) her okudukça baş örtüsü ıslanıncaya kadar ağlamıştır. Cemel Vak‘ası’ndan sonra Medine’de sakin bir hayat sürmüş, bir daha siyasete karışmamış ve Hz. Ali ile barışmıştır. Ancak Muâviye devrindeki bazı icraatı tenkit etmekten çekinmemiştir. Hz. Ali ve taraftarlarına sövmeyi reddeden sahâbî Hucr b. Adî’nin öldürülmesinden dolayı Muâviye’ye çıkışması da bu kabildendir. Bazı Şiîler’in, Hz. Hasan’ın Resûl-i Ekrem’in yanına defnedilmesine onun izin vermediğini iddia etmeleri doğru değildir. Hz. Âişe bunu uygun görmüş, ancak başta Medine Valisi Mervân b. Hakem olmak üzere Emevî ileri gelenleri istemediği için Hz. Hasan oraya defnedilememiştir.
İlmî Hayatı. Hz. Peygamber vefat ettiği zaman çok genç olmasına rağmen Kur’ân-ı Kerîm’i ve Hz. Peygamber’in sünnetini en iyi bilen, anlayan ve muhafaza eden sahâbîlerin başında yer alır. O hem baba evinde, hem Peygamber’in yanında zekâsı, anlayış kabiliyeti, öğrenme arzusu, kuvvetli hâfızası, aşk ve imanı sayesinde en iyi şekilde yetişti ve başkalarına nasip olmayan bilgiler edindi. Arap dilini maharetle kullanması yanında Arap şiirini de çok iyi bilirdi. Lebîd’in birçok beyti, Kâ‘b b. Mâlik’in hemen bütün kasideleri, Hassân b. Sâbit ve Abdullah b. Revâha’nın manzumeleri onun ezbere bildiği şiirler arasında yer alır. Kur’an ve hadisin anlaşılması için olduğu kadar Arap dili bakımından da şiirin önemine işaret ederek, “Çocuklarınıza şiir öğretiniz ki dilleri tatlansın” derdi.
Hz. Âişe fesahat ve belâgatıyla da ünlü bir hatip olduğu için konuşması insanlara çok tesir ederdi. Babasının vefatı üzerine kabri başında yaptığı dua, Cemel Vak‘ası’ndaki hutbesi ve bazı mektupları onun edebî kabiliyetini gösteren şaheser örneklerdir. Babası hakkındaki hutbesini Muhammed b. Kāsım el-Enbârî Şerḥu Ḫuṭbeti ʿÂʾişe Ümmi’l-müʾminîn fî ebîhâ adıyla şerhetmiş ve bu şerh bir risâle halinde Selâhaddin el-Müneccid tarafından yayımlanmıştır (MMİADm., 1962, 16 sayfa; Beyrut 1950, 40 sayfa). Ayrıca Arap tarihi, ensâb* ilmi, Câhiliye çağının içtimaî vaziyeti, örf ve âdetleri hakkında geniş bilgi sahibi idi. Şiir ve edebiyat ile tarih ve ensâbı, bu konularda ihtisas derecesinde bilgi sahibi olan babası Hz. Ebû Bekir’den öğrenmişti. Ahlâk ve davranışlarında olduğu gibi ilme merakı bakımından da babasına benzemişti. Hz. Peygamber’den aldığı feyiz sayesinde İslâm esaslarının en mümtaz öğreticisi oldu. Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir etti. Sünnet-i nebeviyyeyi nakl ve şerhetmekle kalmadı, aynı zamanda onun doğru anlaşılması hususunda ilmî tenkit zihniyetini ortaya koydu. Küçük yaşından itibaren Kur’an’ı ezberlemeye başlamış, âyetlerin kıraat tarzını iyice öğrenmişti. Bilhassa Medine’de nâzil olan âyetlerin nüzûl sebeplerini, delâletlerini, tahlil ve değerlendirmelerini ve her âyetle nasıl istidlâl edilip ahkâm çıkarılacağını çok iyi bilirdi. Kur’an’ı en iyi anlayanlardan biriydi. Sünneti de çok iyi anlamış olan Hz. Âişe, hadislerden istinbât ve kıyas suretiyle yeni hükümler çıkardı. Onun ictihad ve fetvaları, kendisinin bir fakih ve müctehid olarak kabul edilmesini sağladı. Hz. Peygamber’in ashabı arasında, çok sayıda fetva vermesiyle meşhur olan yedi kişiden biri de Hz. Âişe’dir. Birçok fıkhî mesele yanında usûl-i fıkıh, hikmet-i teşrî ve bilhassa ferâiz sahalarında derin bir kültür ve anlayışa sahipti. Talebelerinden Kûfe fakihi Mesrûk’un söylediğine göre, ashabın büyükleri ferâize dair meseleleri hep ondan sorarlardı. Hadis ve fıkıh kaynaklarında onun bazı sahâbîlerden farklı fetvalarının geniş yer tuttuğu görülür. Tâbiîn devrinin birçok hukukçusu, yüksek seviyedeki hukuk bilgisinden faydalanmak üzere kendisiyle ilmî istişarelerde bulunmuştur. İslâm hukuku sahasındaki görüşleri yeğenleri Kāsım, Urve ve diğer talebeleri tarafından nakledilmiştir.
Kuvvetli hâfızası sayesinde Hz. Peygamber’in hadis ve sünnetinin daha sonraki nesillere ulaştırılmasında emsalsiz hizmetler ifa etti. Rivayet ettiği hadislerin sayısı 2210’dur. Bunlardan Buhârî ve Müslim’in Ṣaḥîḥ’lerinde rivayet ettikleri 297 hadisin 174’ü her iki eserde, elli dördü yalnız Buhârî’de, altmış dokuzu da yalnız Müslim’de yer almaktadır. O hem Hz. Peygamber’in diğer hanımlarından, hem de Ebû Hüreyre, Abdullah b. Ömer ve Enes b. Mâlik dışında diğer bütün sahâbîlerden fazla hadis rivayet etmiş olan tek kadındır. Binden fazla hadis rivayet eden ve “müksirûn” diye adlandırılan yedi sahâbînin dördüncüsü oldu. Rivayet ettiği hadislerin çoğunu doğrudan doğruya Hz. Peygamber’den nakletmiştir. Bununla birlikte bazı hadisleri babasından, Hz. Ömer, Hz. Fâtıma, Sa‘d b. Ebû Vakkās, Hamza b. Amr el-Eslemî ve Cüdâme bint Vehb el-Esediyye’den almıştır. Ebû Hüreyre, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî gibi bazı sahâbîler başta olmak üzere Hz. Âişe’den hadis nakledenlerin sayısı 200’den fazladır. Bunlar arasında, kız kardeşi Esmâ’nın oğulları Abdullah b. Zübeyr ile Urve b. Zübeyr, kardeşi Muhammed’in oğulları Abdullah ile Kāsım, tâbiîn neslinin ileri gelenlerinden Saîd b. Müseyyeb, Süleyman b. Yesâr, Şa‘bî, Atâ b. Ebû Rebâh, Mücâhid, İbn Sîrîn, Mesrûk zikredilebilir. Kadınlardan da kardeşi Abdurrahman’ın kızları Hafsa ve Esmâ ile Âişe bint Talha, Hasan-ı Basrî’nin annesi Hayre ve ondan nakledilen hadisleri en iyi bilen Amre bint Abdurrahman sayılabilir. Rivayet ettiği hadislerin sebeb-i vürûdunu ve delâletlerini beyan eder, ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’e muhalif bir unsur ihtiva edip etmemesi bakımından onları incelemeye tâbi tutar, bazı sahâbîlerin rivayet sırasında yaptıkları hataları düzeltirdi. Bir kısım hadislerin baş veya son taraflarının, yahut esbâb-ı vürûdunun iyi bilinmemesinden kaynaklanan hataları düzeltirken “yanıldı”, “unuttu”, “hadisin baş tarafını nakletmeyip sonunu nakletti” gibi ifadeler kullanarak İslâm dünyasında tenkit zihniyetinin gelişmesine öncülük etti.