Pazar sabahı, namazdan hemen sonra Hîve’yi adımlamaya başladım. Sokaklar bomboş. Dördüncü defa geldiğim için her bir köşesini avucumun içi gibi bildiğim bu tarihî şehir, “açık hava müzesi” denmeye en lâyık beldelerden biri, belki de birincisi. Yüzyılların ötesinden günümüze, birçok şey adeta hiç dokunulmadan duruyor. Müdahale icap eden noktalara da öylesine ustalıklı dokunuşlar yapılmış ki, şehrin otantikliği hiç bozulmamış. Surlardan içeri girdiğinizde, başka bir zamana akıveriyorsunuz.
Özbekistan’ın batısındaki Hârezm vilayetinde yer alan Hîve, öylesine köklü bir maziye sahip ki, yerel kaynaklar burayı Hz. Nuh’un oğlu Sâm’ın kurduğunu vurguluyor. (Türklerin, Hz. Nuh’un oğullarından Yâfes’in soyundan geldiği rivayetini düşününce, belki bu efsaneyi ona mal etmek daha doğru olurdu. Zira Sâm, inanışa göre, Arapların ve İbranilerin atası.) Sâm’ın Hîve’nin şimdiki yerinde bir kuyu keşfettiği, kuyunun suyunu da çok beğenerek “Hey vah!” (Ne güzel) dediği kaydediliyor. Evet, Hîve ismi buradan geliyor. Bu türden yakıştırmalar, Anadolu’da da çok yaygındır malum. Hatta Konya’nın adının, İç Anadolu semalarında “tayy-i mekân” eden iki dervişin nihayet inmeye karar verdikleri yeri işaret ederken söyledikleri “Kon ya!” sözünden türetildiğine ciddi ciddi inananlara bile rastlanır. Efsaneler, tarihin tuzu-biberidir.
İpek Yolu’nun Orta Asya’daki mühim duraklarından biri olarak, klâsik dönemde dünyanın en büyük köle pazarlarından birine ev sahipliği yapan Hîve’nin bugünkü dokusunu, 1512-1920 yılları arasında şehri yöneten Hîve Hanlığı’na borçluyuz. 1873’te bölgeyi ele geçirerek Hanlığı “himaye” altına alan, 1920’de ise tamamen ilhak eden Rusya, şehrin barındırdığı tarihî eserlere dokunmamış. Sovyetler Birliği döneminde ise, “İçan-Kala” olarak bilinen sur içindeki birçok medrese ve cami âtıl bırakılmış, bazıları başka amaçlarla kullanılmış. Tarihî Cuma Camii’nin kuzeyindeki şirin medrese, “ateizm müzesi” yapılmış mesela.
2,5 kilometre uzunluğunda ve 10 metre yüksekliğinde surlarla çevrili bulunan Hîve’nin dört kapısı var: Ata Dervâze (batı), Palvan Dervâze (doğu), Bahçe Dervâze (kuzey) ve Taş Dervâze (güney). Hîve’nin her karışı tarihî eserlerle dopdolu olsa da, “âbide” denmeye layık olanlarını görmek için, yürümeye Ata Dervâze’den başlamak gerek:
Karşımıza çıkan turkuaz-yeşil çini bezeli devasa yapı, Kalta Minor (Kısa Minare). İnşası 1852’de Muhammed Emin Han tarafından başlatılan minare, sponsorunun üç yıl sonra öldürülmesiyle yarıda kalmış. Böylece 70 metre olarak hedeflenen proje, 29 metrede durmuş. Yerel halk, “Tamamlansaydı, Buhara’dan görülecekti!” dese de, bunun imkânsız olduğu açık. Zira Buhara-Hîve arası 390 kilometre. Ama dedim ya, efsaneler olmasaydı, tarihin tadı-tuzu eksik kalırdı.
Medreselerin, mescitlerin, sol yanda kalan Köhne (Eski) Saray’ın yanından ve çarşıların içinden geçerek birkaç dakika sonra kapısına ulaştığımız yapı, Pehlivan Mahmud Külliyesi. Hîve’nin milli kahramanı mesabesindeki Pehlivan Mahmud’un (1247-1326), güreş meydanlarında gösterdiği mahareti ilim ve hikmetle birleştirmiş bir irfan ehli olduğuna inanılıyor. Hindistan’da kazandığı bir müsabakayla, binlerce Müslüman esiri özgürlüğüne kavuşturmuş mesela. Pehlivan Mahmud, bölgede öylesine saygın bir figür ki, Hîve hanları kendisinin kabrine yakın bir yere defnedilebilmek için adeta birbiriyle yarışmış.
Sonraki durağımız, Hîve Hanı İsfendiyar’ın baş veziri ve kayınpederi İslâm Hoca’nın 1908-1910’da inşa ettirdiği meşhur minare ve medrese. 44 metre yükseklikteki 118 basamaklı minare, hemen yakındaki 33 metrelik Cuma Camii’nin minaresiyle birlikte, Hîve manzarasının ayrılmaz bir parçası bugün. Şehrin neredeyse bütün fotoğraflarında, İslâm Hoca Minaresi’ni görmek mümkün.
Özbekistan’da son yıllarda yaşanan müspet gelişmelere paralel olarak, bir kısmında artık namaz kılınabilen Cuma Camii, Hîve’de beni en çok etkileyen mekân. 213 ahşap sütun üzerine 10’uncu yüzyılda inşa edilen cami, aklıma hep binlerce kilometre ötedeki bir başka mabedi, Kurtuba Ulu Camii’ni getirir. Sonsuzluk hissi veren sütunları, mazisi ve öyküleriyle…
Hîve’yi tanımlarken “açık hava müzesi” demiştim girişte, ama cümlemi bir daha okuyunca, “müze” kelimesinin çağrışımını çok modern buldum. Şöyle diyerek bitireceğim: Tarihin soluk alıp verdiği şehir.