Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Hüseyin Akan: Zorla asrilik olmadı şimdi hepimiz moderniz

Ondokuz Mayıs Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Hüseyin Akan “Ondokuzuncu yüzyılda başlayan asrileşme Cumhuriyetle birlikte devletin tüm gücüyle gerçekleştirmeye uğraştığı temel politikası oldu” diyor.

Hüseyin Akan: Zorla asrilik olmadı şimdi hepimiz moderniz

Çocukluğumda bazı aileler, bazı kişiler ‘asrî’ olarak nitelenirdi. Asrî olduğu söylenen kimseler ilişkilerinde rahat ve özgür davranırlardı, özgüvenleri yüksekti. Albenili, açık ve Avrupaî giyinirlerdi. Sinema, tiyatro, müzikte Avrupaî zevklere sahiptiler, tenis, basketbol gibi sporlarla meşgul olurlardı. Bu sınıf, özellikle 20. yüzyılın ilk yarısı için değerlendirirsek; iyi eğitimli, düzgün konuşan, bakımlı kişilerden oluşurdu. Bunlar için din Allah’la kul arasında kalması gereken bir değerdi. Dinî simgeler, sözler ve davranışlar toplum içinde görünür olmamalıydı. Önemli olan ‘iç temizliği’ydi.

Asrî olmayanlar, çoğunlukla karşı oldukları için asrî olmamışlardır. Avrupaî giyime, zevklere, tavırlara mecburiyet dışında bilinçle karşı durmuşlardır. Modernlik toplum hayatında, eğitimde ve kamu görevlerinde dinin icapları (özellikle, tesettür, içki içmeme, namaz ve oruç) hoşgörülmediğinden, dini hayatının temel belirleyicisi olmasından vazgeçmeyen kimseler yeni yönetimin okullarından uzak kalmışlar, dolayısıyla bürokraside ve lise ve yüksek öğretim gerektiren mesleklerde yer almamışlardır. Maişetlerini çiftçilik, amelelik, esnaflık ve küçük çaplı tacirlikle sağlamışlardır. Bankaya soğuktular; birbirlerinden borç alır verirlerdi. Asrî olmamakta direnenlerin dünyaya bakış, hayatı anlamlandırma, düşünce ve eylemlerinde, kültürlerinde ve tarihi okumalarında dinî ilkeler ve duygular en önemli belirleyiciydi. Bu dünyanın hesabının görüleceği bir ebedi dünya inancı davranışlarında etkiliydi. Kanaatkârdılar ve gönüllü veya gönülsüz akraba, arkadaş ve komşularını gözetirlerdi. Bu insanlar, modernleşmeye en geç zemin olabilecek köyler, kasabalar, küçük şehirler ve büyük şehirlerin periferinde mukimdiler. Dünyanın geri kalanının kalkınmayı başarmak için Batı modernite kavramını izlemesi gerektiğini söyleyen, modernleşme teorisinin temel savunucularından birisi kabul edilen Daniel Lerner, bu grubu “gelenekçiler” olarak nitelemiş ve modernleşmenin en güç olduğu topluluk olduğunu belirtmiştir (1). 

1950 öncesi asrîler, yani modernler genellikle pozitivist, aydınlanmacı, laik ve ilerlemecidirler. Bürokraside, akademide, askeriye ve mülkiyede; medya, kültür ve sanatta egemen olan asrîlerdi ve anlayışlarıydı. Ekonomide de ipler ellerindeydi. Türkiye’nin görünen yüzüydüler. Nitekim, Lerner, Türkiye’yi, son otuz yılda (1923-1954) gösterdiği hızlı ve kapsamlı modernleşme nedeniyle incelediği Müslüman Ortadoğu ülkelerinin üstüne yerleştirir. Modern Batı’nın kendilerini akıl, yetenek, estetik ve genetik yönünden üstün bir insan türü, diğer toplumları geri, aşağı, hatta iptidai/barbar gördükleri gibi henüz modernleşme serüveninin başlarında olan toplulukların modernleri de hatırı sayılır bir kitlenin geri kalmasını eleştiriyorlarsa da, gerçekte halden memnundular. Dinle halâ sıkı bağlarını devam ettirenler, modernlerin tavsifiyle ‘cahil, aydınlanmaya ve ilerlemeye ayak direyenler’ görünür değillerdi nasıl olsa. Onlar tarlada ırgat, sokakta bakkal, satıcı, inşaatta amele, fabrikada işçi, evde hizmetçi, cenazede duacı, hastabakıcı veya odacı olarak varlardı. Sıkıntı bu insanların da modernleşme yolculuğuna mahcup ve çekingen de olsa adım atmalarıydı. Oysa 1950’ye kadar tam bir huzur ve saadet içindeydi modernler. 

“Ayşe Hanım’a cumhuriyetin ilk günlerinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu sorduğumda, şu yanıtı vermişti: Ayşe: Çok huzurluyduk, çok rahattık ve fikirlerimizi hür bir şekilde dile getirebiliyorduk. Ülkede huzur ve birlik beraberlik vardı. …ve kaynaşmış bir bütündük. Ülkede kimse kimseye düşman değildi. … O günlerde biz spor gösterilerinde şort giyerdik.” O dönemde şehir merkezlerindeki, görünür yani şehri ve sakinlerini temsil eden yapılar ve insanlar moderndiler. (2)

“Onun açısından kendisi gibi şehrin elit sakinlerinin kendilerini emniyette hissetmelerinin nedeni etraflarında benzer kökenlerden gelen insanların olmasıydı. Cumhuriyetçi ideolojinin zerkedilmediği “avam”ın Ankara’nın elit yurttaşları arasındaki birlik ve beraberlik hissiyatını zedeleyeceğini biliyordu. … Ayşe Hanım’ın bahsettiği “kaynaşmış bütün” Ankara’yı yeni elitlerle pek kaynaşamayacak “fazlalıklardan” temizleyerek oluşturuluyordu.” (2)

Yegane: Gençliğimizde Türkiye bir altın çağ yaşamıştı. Her şey ucuzdu. İnsanlar huzur içinde yaşıyordu. Babam öğretmendi….. 1950’de DP iktidara gelince her şey değişti. …… İnsanlar birbirleriyle ortak bir dil tutturamaz oldular. …… Tek parti döneminde iyi yönetiliyorduk. Herkes birbiriyle arkadaştı.” (2)

Postmodernitenin tüketildiği bu zamanlarda modernleşme üzerine bahis açmak makul görünmeyebilir. Ancak, toplumumuzun bu günkü halini modernleşme sürecini irdeleyerek daha doğru tespit ederiz diye düşünüyorum. Daniel Lerner, ilk kez 1958 yılında basılan “The Passing of Traditional Society: Modernizing the Middle East (Geleneksel Toplumun Değişimi: Orta Doğu’nun Modernleştirilmesi) adlı kitabında, 1954 yılında gözlem ve konuşmalarıyla 1950 yılında yapılmış araştırmayı karşılaştırarak Türkiye’nin de dahil olduğu 6 ortadoğu ülkesi temelinde gelişmekte olan (müslüman) ülkelerde geleneksel toplumun modernleşme sürecini mütalâa etmektedir. Soğuk Savaş döneminde, Ortadoğu ABD ve SSCB arasında sert bir ideolojik savaş alanıydı. İki ülke postkolonyal dünyanın “yeni uluslarının” kalbini ve zihinlerini modernleştirme projeleriyle kazanmak için mücadele etti. Bu, gelişmekte olan yeni ülkelerin halklarını modernitenin iki farklı biçimine ikna etme mücadelesiydi. Mücadele bir taraftan kalkınma yardımlarıyla gerçekleştirilirken, esas olarak kitle iletişim araçlarıyla yürütüldü.

Bölgede, geleneksel olandan moderne başarılı geçişin parlak bir modeli olan Türkiye henüz modern bir toplum değildir, ama artık geleneksel bir toplum da değildir. Kitapta, 1950 yılından önce 50 haneli bir köy olan Balgat’a Demokrat Partinin iktidara gelmesinden sonra yol, düzenli otobüs seferi, elektrik ve su getirildiği, yeni okul ve karakol binası yapıldığı, çoğu yeni olmak üzere ev sayısının 500’e çıktığı belirtilmektedir. “Muhtar, bütün bu değişimi Demokrat Parti iktidarına bağlar; “herşey 1950’deki seçimle başladı” der. Demokrat Partililer Balgat’a gelip, ihtiyaçlarımızı sordular ve eğer bize oy verirseniz bunları yapacağız dediler. Hepimiz onlara oy verdik, onlar da söylediklerini yaptılar. “Bu yolu getirdiler, jandarmayı çıkardılar. Şimdi Balgat’ta hepimiz Demokrat Parti’liyiz.”  (1) (Lerner, 1964: 31).

Lerner’e göre kitle iletişim araçları özendirme/arzulatma yoluyla modernizasyon sürecinde önemli bir rol oynamaktadır. “İnsanlar medyaya daha fazla maruz kaldıkça, kendilerini medyada gördükleri farklı durumlarda, mekanlarda ve zamandaki insanlar olarak hayal etmeyi kolaylıkla becerirler.” Onların giydiklerine, evlerine, eşyalarına, sosyal ilişkilerine, yaşam tarzlarına özenirler ve onlara kavuşmayı arzularlar. Nitekim, İran’daki genç bir bürokratın dediği gibi: ‘Filmler bize bir öğretmen gibidir, bize ne yapacağımızı ve ne yapmayacağımızı söyler.’(1) Modernliğin ölçütleri olarak, şehirleşme, medya yaygınlığı, siyasal katılım, satın alma gücü,  laik eğitim ve yaşam memnuniyeti (hazzı önceleme) sayılmaktadır.

Modernleşmenin en önemli kolaylaştırıcı ve hızlandırıcısı ve sahnesi olan şehir nüfus artış oranı, yani şehre göç, Türkiye’de üç dönemde pik yapmıştır. 1950-60, 1980-90 ve 2000-2010 dönemlerinde diğer zamanlara göre şehirleşme çok daha hızlı olmuştur. Bu dönemler, Demokrat Parti, Anavatan Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisinin tek başına ülkeyi yönettikleri yıllardır. Demokrat Parti yol, elektrik, su, makinalı tarımla, Anavatan Partisi iktidarı özelleştirmeler, otoyollar, ikinci boğaz köprüsü, beş yıldızlı otellerle öne çıktı. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarı ise şehir hastaneleri, büyük inşaatlar, duble yollar, köprüler, tüneller ile hatırlanacaktır.  

Bu dönemler bir anlamda şehirlerin inşa ile modernleştirilmesidir. Kitle iletişim araçları bakımından DP döneminde sinema ve radyonun yaygınlaştığını, ANAP iktidarında telefon ve televizyonun nerdeyse her eve yerleştiğini, Akparti döneminde ise internetin özelikle telefonlar vasıtasıyla her ana egemen olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin 1950’de DP’den önce Balgat’ta tek bir radyo varken, 1954 yılında 100’e çıkmış ve 1950’de ilk sinema açılmıştır.   

Dikkati çeken önemli bir husus ise, (zorla) modernleştirilmeye uzun yıllar direnen ‘gelenekçiler’in bu üç iktidar döneminde modern dünyanın önce (DP dönemi) araç-gereçlerine, kıyafetine ve okullarına, sonra (ANAP dönemi) bürokrasisine, ekonomisine ve kısmen sosyal hayatına, en son olarak da (Akparti dönemi) her alanda modernleşmesini tamamlayarak, modern Batı (gerçekte Amerika) değerlerinin egemen olduğu küresel sisteme tam olarak bağlanmış olmasıdır. Asrîliğe direnenlerin asrileştirilmesindeki (1950’den sonra) bu ilk dönüşümde tedirginlikleri ve rahatsızlıkları olmuştur ki, sonraki aşamalarda bu rahatsızlık da izale olmuştur: “Üçüne göre de en büyük problem bu yeni süreçte, yeni moda olarak delikanlıların genç kızlara köyün (Balgat’ın) kenarlarında utanmadan yanaşmalarıdır.” (1)

Bu üç dönemde iktidarlar, 1950’ye kadar sistem dışı kalmış halkın sistem içine alınmasında en azından kolaylaştırıcı, cesaretlendirici rol oynamışlardır. 

Ondokuzuncu yüzyılda başlayan asrileşme (Batı tarzı modernleşme), Cumhuriyetle birlikte Devletin tüm gücüyle gerçekleştirmeye uğraştığı temel politikası olmuştur. Bu politikaya bazen aktif bazen pasif güçlü bir direnç gösteren kitle kendine yakın olduğunu düşündüğü veya hissettiği kimselerin kurduğu partilerin iktidarında uysal ve uyumlu olarak modernleşme aşamalarını bir bir içselleştirerek süreci tamamlamıştır. Dini ilkeler, elbette yine hayatında önemlidir. Özellikle de, kıyafette, namaz, oruç, hac gibi ritüellerde hassasiyet devam etmektedir. Ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda ise, teviller, yorumlar, görmezden gelmeler veya şeklî rötuşlarla modern tarz ve kalıplar benimsenmiştir. Seçilen ekonomik sistem ve teknoloji elbette kendi kültür ve tarzını da dayatacaktır. Kitaptaki tespit de bu meyanda: “Modern kurumlar ama modern düşünceler değil, modern güç ama modern amaçlar değil, modern refah ama modern (hikmet) bilgelik değil, modern eşyalar ama modern tarz (eğilim) değil. Bununla birlikte, modern yolların ve kelimelerin bu kadar kolay ve tamamen ayrılabileceği açık değildir.” Elbette, “geri olan Doğu toplumları ileri ve modern olan Batı’nın ekonomik ve toplumsal kalıplarıyla birlikte değer yargılarını ve yaşam tarzlarını benimseyerek modernleşecektir.”(1) Yani, ‘Batının bilimini, teknolojisini alalım, ama kültür ve sosyal hayat tarzını dışarda bırakalım’ düsturunun gerçek hayatla telifi kâbil olmamıştır.

Aslında veya söylemde niyet ve kasıt, ekonomide, akademide, bürokraside, medyada, kültür ve sanatta yer tutmaya çalışırken “asrın idrakine söyletmekti islâmı”. Sonuçta, düz, sıradan bir modernleşme miydi olan, yoksa özgün bir bireşim miydi?

(1) Lerner, D. The Passing of Traditional Society: Modernizing the Middle East (2. bs.). New York: The Free Press, 1964
(2) Özyürek E. Modernlik nostaljisi. Boğaziçi Ü. Yayınevi, 2007 İstanbul



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER