Burada şunu da belirtmekte fayda var sanırım, maalesef ki modern edebiyatımızda Ramazan, çoğunlukla Osmanlı´nın son dönemindeki Ramazan hazırlıkları, iftar sofraları, Direklerarası eğlenceleri ve çocukluk hatıralarıyla sınırlı. Bir edebi eser, zamanın, yaşamın taşıyıcısıdır dedik. Belki ortalama son elli yıldır devam eden toplumun bir kısmının dine bakışı ile İslami kesimin manadan uzak şekilci yaşam tarzı birleşince Ramazanın yaşam ruhu azaldı ve haliyle de yeni nesil romanlarda, öykülerde, şiirlerde de Ramazan kavramına artık pek de rastlayamaz olduk.
Günümüz edebiyatını da konuşacağız fakat öncelikle gerilere gidip bir bakalım, neler söyleyebilirsiniz? Edebiyatçılarımızın eserlerine nasıl yansımış ramazan?
Ramazanın gelişi, yaşanışı, veda edilişi ilk olarak şairlerin zihinlerinden kalemlerine dökülmüştür. Bu tür şiirlerin 16, 17 ve 18. asırda Ramazânîyye türüyle divanlarda yer aldığını görüyoruz. Kasîdelerin yanı sıra gazellerde de kendine yer bulan Ramazan, Fuzûlî ve Bağdatlı Ruhî´nin gazellerinden Süleyman Nahîfî´nin Fazilet-i Savm (Orucun Fazileti) adlı mesnevîsine, Nabî´nin oruç ile ilgili şiirlerinden Nedimin gazellerine kadar bir çok şiirde görülmektedir. Ramazan´ın müjdecisi hilâlin takibini konu eden bir beyitte Meshî;
?Ta´at itsün diyü Allah´a cemahir-i enâm
Bir güzel mihrâb göstermiş idü mâh-ı siyâm? diyerek Ramazanın gelişini dizelere dökmüştür.
Ramazanın gelişine sevinenler olduğu gibi aynı zamanda tiryakilikleri yüzünden üzülenler de vardı o dönemde. Bu şairlerden biri olan Nedim:
?Olacak oldu heman çâre ne simden sonra
Edelim hükm-i kaza destine teslîm-i zimâm? beytiyle bu üzüntüsünü dile getirir.
Günümüze doğru geldiğimizde birçok yazarımızın eserinde de Ramazanın yansımalarını görebiliriz. Örneğin Refik Halit Karay, çocukluk anılarında eski ramazanları anlatırken kâh mutlu olur kâh hüzünlenir. Çocukluğundaki ramazanları ve kendisinin o zamanlardaki ramazanı manevi hazzıyla yaşayabilmesine sevinirken şimdiki haline de bir özeleştiri getirir: ?Berat kandili geçince evde Ramazan hazırlığına başlanırdı; iki hafta süren bu hazırlık esnasında evler, baştanbaşa yıkanır, günlerce tahta gıcırtıları, İstanbul şehrine, sokaklarından kağnılar geçen bir Anadolu kasabası ahengi verirdi.? Çocukluğuna dair Ramazanlarla ilgili söylediği şu sözlerle bir iç muhasebe yapar Refik Halit: ?Çocukken gündüzleri camilere giderdim. Her köşesinde ayrı makamlarla bir çok seslerin yükseldiği bu yüksek kubbe altında kendimi ne kadar ufak, ne kadar günahkar bulurdum. Vücuduma uhrevi bir hava yayılırdı. Lakin ikimiz de -Ramazan ve ben- ne kadar değiştik... O Ramazanlar beni tanıyamazlar; kendileri ise benden daha tanınmaz halde!? İşte tam da bu sebepten insan bazen keşke hep çocuk kalabilseydim der.
Yakup Kadri, anı kitabı Anamın Kitabı´nda; ?Ben Ramazan´ı yalnız yarı bir tatil ayı olduğu için değil, ben Ramazan´ı yalnız buram buram simit ve pide kokan akşamları için değil; ben Ramazan´ı yalnız iftar sofraları, sahur, hoşafları, davulu, topu, Karagöz oyunları ve sabaha kadar ışıl ışıl ışıldayan minareleri için değil, bana büyükler arasına karışmak fırsatını veren vaazları ve teravih namazları için de severim. Bunu hak etmek gayretiyle çok defa büyüklerle oruç tuttuğum, bazen de birtakım şer-i hilelere başvurup oruçlu göründüğüm olurdu. Sahur yemeklerini hiç sektirmezdim?? der ve o günlere olan özlemini dile getirir.
Mor Salkımlı Ev, Halide Edib Adıvar´ın çocukluk günlerinden 1918´e kadarki hatıratıdır. Halide Edib, çocukluk döneminden hatıralarını anlatırken ramazan yaşamını şöyle anlatır: ?Ramazan başlamıştı. Önce sokaktan geçen erkeklerin ve çocukların ellerinde bir yandan öbür yana salladıkları fenerler, odanın perdelerinde ışıktan yarım daireler çizerek geçiyorlardı. Sonra sahura kaldıran davul? Sokaklar, yüzü peçeli gençler, renk renk çarşaflı kadınlar, ellerinde tespih çeken erkeklerle dolu idi. ? O evde, Ramazan gecelerinde Ahmet ağa beni Karagöz´e de götürürdü. Üsküdar çarşısında büyük bir kahvede oynarlardı. Sokakları kalabalık kız erkek alay alay çocuk hatta büyükler kahvenin bahçesine dalarlardı? Nihayet teflerin çalınması ve perde arkasından gelen bir şarkı seyirci alayını teskin eder ve sonra da oyun başlardı.?
Ruşen Eşref Ünaydın ise, ?Diyorlar Ki? kitabında Ramazanları anlattığı bir bölüme yer verir. Bu bölümde iftar sofralarını anlatırken adeta kendinden geçer: ?Ah, o iftar sofralarının güzelliği! Çini tabaklar içinde bir çok çiçek gibi renk renk duran reçelleriyle, etrafını birer hilal gibi alan kokulu yarım simitleriyle adeta bahçe göbeklerini andırırlardı. Çorbaların biberli buğusu, kıymalı yumurtaların nefis kokusu odayı iştaha çoğaltan bir havaya bürürdü. Mermer musluğun yanındaki kayık tabaklarında kabaran dolgun güllaçları kar toplarına benzetirdim. Bakır maşrapalarla billur sürahilere yavaş yavaş boşaltılan sular, içimizdeki hararete adeta ince bir serinlik çizerdi... Hala hatırımdadır. Bunlar, buğulu beyinlerde garip bir acıma ve rengi belirsiz merhamet uyandırırdı. Kızmak, kimsenin aklına gelmezdi.?
Burada şairlerimizden de söz etmeden geçmememiz gerek. Bayrak şairimiz Arif Nihat Asya;
İftâr topu aksedince ihsâniye´den
Seslendi ezanlarım, Süleymaniye´den
Altında ve üstünde yanıp bin kandil
Nûr indi civara Nûruosmaniye´den? şeklinde coşkuyla Ramazanı dile getirirken, Üstad Necip Fazıl da;
?Bu kaçıncı Ramazan, daha kaç tane kaldı?
Renk uçuk, nakış silik, ocak sönük?Ne kaldı?
Karagöz seyri değil, gözyaşı dökme ayı
?Bilinmez?i bilirler, bilseler ağlamayı?? dizeleriyle bir uyarı yapmayı ihmal etmiyor.
Görüldüğü gibi yazarlarımızın hatıraları, şairlerimizin şiirleri bizlere o günlerin Ramazanlarının bir tasvirini yapıyor.
Ramazanın günlük hayata yansıması nasılmış peki, eserlerde nasıl anlatılmış bu hayat?
Ramazanın günlük hayata yansımasını da yine yazarlarımızın eserlerinden anlamak pek tabi mümkün. O dönem ramazanlarının karşılanması, yaşanması, Ramazana veda edilmesi de yine yazarlarımızın kaleminden bizlere ulaşıyor. Anlıyoruz ki o dönem Ramazanlarında Ramazanın bazen inanç boyutu bazen de sosyal yaşamdaki kültür boyutu ön plana çıkabiliyor. Birkaç örnek vermek gerekirse;
Tanzimat dönemi sanatçılarından Ahmet Mithat Efendi ve Muallim Naci´nin ramazan hazırlıklarını anlatan Hikmet Feridun Es, bu iki edebiyatçının ramazan heyecanını şöyle tasvir eder: ?İki yüz kişilik iftar sofrası hazırlanırdı.? ?Bab-ı Ali´den gazeteden çıkıp, Beykoz´a dönen kayınpeder ve damat, iftar hazırlığına koyulurlar. O akşam çiftlikte iki yüz kişiye iftar yemeği verilecektir. Bütün Beykoz, bütün Akbaba, bütün Dereseki halkı -her isteyen- bu iftara davetlidir. Efendi´nin çiftliği seferber edilirdi. Zira o günü akılları durduracak miktarda yufkalar açılır, lokmalar dökülür ve bilhassa sigara böreği yapılırdı.?
Muallim Naci´nin kızı Fatma Nigâr büyük bir nezaketle bu sahneyi şöyle anlatıyor: ?Börek olacak yufkalar o kadar çoktu ki ekseriya ?Efendiler? de ? Ahmet Mithat efendi- börek sarmaya inerlerdi. Karşılıklı sararlardı. Ve bu işe ellerinin pek ziyade yakıştığını da annemden işitirdim!?