1908’de gerçekleşen ve II. Meşrutiyet dönemini başlatan İlan-ı Hürriyet, benim nazarımda, son yüzyılda Osmanlı coğrafyasında gerçekleşmiş hadiselerin belki en önemlisi ama en az kıymeti bilinenidir. Bir siyasî tarihçi olsam, özellikle bu dönemi ve öncesi ve sonrasıyla bu olayı çalışmak isterdim. Bir romancı olsam, bu hadise çalınıp iş başka yerlere sürüklenmese olayların ve tarihin nereye doğru akacağı üzerine kafa yoran bir kurguya çalışırdım. Otuz sene dini de kendi siyaseti için kullanan bir istibdada son veren bu hadise, Osmanlı coğrafyası için hürriyet ve adalet isteyen her fikirden, dinden, sınıftan ve etnisiteden insan için bir imkân olduğu gibi, esir coğrafyalar için de bir ilham olabilirdi. Ama ne yazık ki devreye giren başka başka eller ve hesaplar, işin seyrini tamamen değiştirmiştir.
Devr-i istibdadın son bulduğu o günleri sıcağı sıcağına İstanbul’da yaşayan, dahası dile getirdiği görüşler sebebiyle istibdat rejimi tarafından atıldığı zindandan ancak Hürriyetin İlanı ile kurtulan biri olarak Bediüzzaman Said Nursî, II. Meşrutiyetin henüz üçüncü gününde, devr-i istibdattan kurtulmuş bir toplumun zindandan kurtulmuş hür bir ferdi olarak Ayasofya Meydanında “Hürriyete Hitap” diye isimlendirdiği bir konuşma yapar. Aynı hitabı bir hafta sonra Selanik Meydanında da tekrarlayacaktır. Bilâhare neşrettiği bu konuşma hem coşku ve ümit, hem de endişe ve uyarı barındırır. “Bediüzzaman” ünvanlı genç âlim, otuz yıllık bir istibdadın ardından gelen hürriyete coşkuyla hoş geldin derken, bu imkânın heder olmaması için dikkat edilmesi gerekenleri söylemeye de kendisini mecbur bilmektedir.
Söze, hürriyete hitapla, “Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık” diye başlar Bediüzzaman. Ama daha ilk paragrafta, bu büyük imkânın ‘ağrâz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile,’ yani kin ve garaz gibi şahsî duygu ve hesaplar, yanısıra intikam alma fikriyle ‘lekedar’ olması tehlikesine karşı uyarır.
Bediüzzaman’a göre, istibdat toprağı altında ölmeye yüz tutmuş istidatlar için bu gelen hürriyet, ‘öldükten sonra dirilme’ hadisesi gibi bir mucizedir. Dahası, birçok toplum bu hürriyete çok uzun zamanda çok ağır bedeller ödeyerek, hatta yarı milletini bu uğurda feda ederek ulaştığı halde Osmanlıda onun az zamanda ve kansız bir şekilde gelmesi, Hz. İsa’nın henüz beşikte iken konuşması gibi bir mucizedir. Öyle bir mucize ki, ‘menfaatini mazarrât-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler,’ yani kendi çıkarını toplumun zararında arayan ve bu sebeple baskıcı yönetimi isteyenler, bu olup biten karşısında şaşkına dönüp “keşke toprak olaydık” dedikleri bir ruh haline girmişlerdir. Osmanlı toplumu istibdat döneminde otuz sene süren bir susma orucuna mecbur bırakılmışken, şiddete başvurmadan ‘mütevekkilâne, sabûrâne’ bu orucu tutmalarının neticesi olarak şimdi hürriyetle birlikte ‘cennet-i terakki ve medeniyet kapıları’ onlara açılmış durumdadır. “Ey mazlum ihvân-ı vatan! Gidelim, dahil olalım.” Bediüzzaman, bu kapıların beşinin ismini sayar, diğerlerini ise muhatapların zihnine havale eder: “Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulûb; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa’y-i insanî; beşincisi, terk-i sefahettir.”
Ona göre, istibdadın zihinde ve fikirde oluşturduğu zincirler ve istidatların önüne koyduğu engellerin gelen hürriyet ile bertaraf olmasıyla beraber istidatlar inkişaf edecek; bu yeni devir insandaki büyük cevheri ortaya çıkararak onları ‘kâbe-i kemâlât’ yoluna ve yönüne sevkedecektir. Yine hürriyetle gelen meşveret ve murakabe, yani ortak aklın işletilmesi ve yönetenlerin kamuoyunca denge ve denetime tâbi tutulması, istibdadın eseri olan ve hem devletleri hem de toplumları çökerten türlü renklerdeki ‘sefahet, israfat, hevesat ve lezâiz-i nâmeşrua’yı bertaraf edecektir. Bu perdelerin ortadan kalkmasıyla da hakikat güneşi ve ondan beslenen medeniyet ayı ortaya çıkacak, ayrıca istidat tohumları hürriyetin yağmuru onlara değdiğinde neşvünema ederek türlü çeşit çiçek ve meyveler vereceklerdir. “Bir mu’cize-i Peygamberîdir (a.s.m.) ve bu millet-i mazlumeye bir inayet-i ilâhîdir ve cemiyet-i milliyenin niyet-i hâlisânesinin bir kerametidir ki, bu maden-i saadet ve hürriyet olan şeriat dairesindeki ittihad-ı kulûb ve muhabbet-i millî elimize meccanen girdi. Milel-i saire, milyonlarla cevâhir-i nüfûs feda etmekle kazandılar.”
Devamında Bediüzzaman, hürriyet ve adaletin sesini ‘İsrafil’in sûra üflemesi’ne benzeterek, onunla bütün milletteki şevk, hamiyet ve kabiliyetlerin harekete geçip hayatlanacağı müjdesini verir. Ancak, bir şartla bu mümkün olacaktır: “Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın.”
Buna göre, eğer hürriyet doğru anlaşılmayıp ‘sû-i tefsir’ edilirse, yani yanlış yorumlanıp ‘nefsin kural tanımazlığı’ diye anlaşılır ve iradeler nefsin eline ve hizmetine teslim edilirse, ortalığı bir anomi hali kuşatacak; hürriyetle gelen imkân şahsî garaz ve hesapların, geçmişten kalma intikam duygularının, kişisel hevâ, hırs ve heveslerin elinde mahv ve heba edilecektir. İlan-ı Hürriyetle bir istibdattan kurtulmuşken, hürriyetin hakkını vermemekle, nefsin istibdadı başta olmak üzere başka istibdatların eline düşme tehlikesi bulunmaktadır. Hürriyet, adalet ve hukuk önünde eşitlik, olmazsa olmazlarımızdır. Ama hürriyet demek, asla önünü sonunu düşünmeden nefsinin sürüklediği her lezzetin peşine düşmek, haddi aşıp hukuku çiğnemek ve nefsin hevâsına serbestçe tâbi olmak demek değildir. Eğer hürriyet böyle anlaşılırsa, bir padişahın esaretinden çıkmaya karşılık, yeni istibdatlar yol bulacaktır. Hürriyetin hakkı, onu keyfîlik, kural tanımazlık, ciddiyetsizlik ve serserilik zannetmekle verilmiş olmaz. Bilakis onun hakkını akıl, fikir ve iradeye hem dıştan hem içten yönelen tehdit ve tahakkümleri aşıp onları iyi ve güzel şeylere yönlendirmekle vermiş oluruz. Gelin görün ki, ortalıkta hürriyet adı ve görünümü altında ‘istibdadı ve mezâlimi arzu edenler’ de bulunmaktadır. Bediüzzaman, ‘efkâr-ı faside sahibi,’ yani bozuk fikirli böyle adamların elinde istibdat ve zulümlerin başka isim, renk ve görünümler altında tekrar sahneye çıkmaması için, delinmez bir demir set çekilmesi gerektiğine inanmaktadır. “Bu inkılâp, doğurduğu hürriyeti eğer meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse, bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihyâ edecektir. Eğer vebâ-yı ağrâz-ı şahsiyeye müsadif olsa, istibdâd-ı mutlaka dönecek, o çocuk ölecek.”
Bir tarafta, hiçbir insan hakikati tek başına kuşatamaz halde olduğu için insanlık durumunun bir gereği olan, Kur’ân’ın da emrettiği meşveret, yani ortak aklın işletilmesi… Öte tarafta, bir vebâ gibi bütün imkân ve istidatları çürütüp öldüren şahsî garaz ve hesaplar… Ortada iki seçenek vardır ve bu iki seçenek arasında aklın seçmesi gereken yol bellidir: “Mecmûda bir kuvvet bulunur; hiçbir fert o kuvvete mâlik olamaz: bir kalın şerit ile eczasından kalın bir telin kuvveti gibi… Veyahut efkâr-ı umumiyeyi mutazammın yeni hükûmetimiz ve eski hükûmetimiz gibi.” Bir çelik halatın tellerinin her birinin kuvvetleri toplandığında çıkacak kuvvet ve direnç, onların beraberce bir çelik halatı oluşturmaları durumunda ortaya çıkan kuvvet ve direncin çok aşağısındadır. Aynı şekilde, ortak aklın işlediği ve devleti yönetenlerin kamuoyunu dikkate alarak hareket ettiği hükûmetlerin gücü, tek adamcılığın hâkim olduğu yahut herkesin kendi şahsî hesabının peşine düştüğü hükûmetlerinki ile kıyaslanamaz derecededir. Vâkıa bu iken herkes kendi aklını ortak aklın üstüne çıkarır yahut keyfîlik, kural tanımazlık ve başına buyruklukla hareket edip ortak akla itibar edilmezse, hürriyetle gelen büyük imkân boğulmuş olacaktır. Aslolan, herkesi zorla bir akla tâbi kılmak değil, ortak aklı işleterek ilim ve marifetle herkes için rıza üretmektir.
İstibdatla baskılanmış istidatlar, “bu hürriyetin yağmuru ile neşvünemâ bulsa, herkesin istidadı ve fikr-i münevverinin dal ve budakları şecere-i tûbâ gibi her tarafa açacaktır” diye düşünmektedir Bediüzzaman. Ama yine bir şartla: ‘eğer sist-i atâletle ve sümum-u ağrâz ile kurutulmazsa.’ Yani bu istidatlar, tembelliğin getirdiği gevşeklik ve garaz, kin yahut intikam gibi duyguların ürettiği zehirler ile öldürülüp söndürülmezse…
Bediüzzaman, “Hürriyete Hitap”ta, bunun olmaması için hürriyet, adalet, eşitlik ve meşveretin temel ilkeler olarak herkes için geçerli ve hâkim olması lüzumuna tekraren dikkat çeker. Öte yandan, farklı farklı saiklerle doğru ölçülerin yanlış yorumlanması ve uygulanması tehlikesine karşı da uyarır.
Öte yandan, önceki dönemde devlet kademelerinde görev almış herkesi düşman bellemenin tehlikelerine de dikkat çekerek, ‘istidad-ı habis ve kabil-i ıslâh olmayan adamlar’ ile ‘kabil-i ıslah olanlar’ı ayırma gereğine dikkat çeker ve ikinci gruptakiler için tevbe kapısının açık olduğunu, onların tecrübelerinden istifade etmek gerektiğini söyler. Eğer böyle yapılmayıp hepsi bir tutulur ve kabil-i ıslah olanları da karalayıp aşağılama ve dışlama yoluna gidilirse, Hürriyetin İlanıyla birlikte toplumda meydana gelen birlik ve ittihad yeni bir hastalığa maruz kalacaktır.
Sonrasında, Bediüzzaman’ın üçü de hakikatin izini süren ve hakikate hizmet eden yapılar olarak ‘mektep, medrese, tekke’ arasındaki gerilim ve ihtilaflara dikkat çektiğini görürüz. Halbuki her biri, yekdiğeri için hakikati daha farklı açılardan görme ve muvazeneli şekilde kavrama yolunda bir imkândır. Durum bu iken onların her birinin hakikati kendi tekelinde görüp diğerlerini ya cahillik veya sapkınlıkla suçlamaya kalkışması, kalplerde yabancılaşma ve nefret üreten bir marazdır. Bunun yerini ‘musalâha’ ve ‘itidal noktasında musafaha’ almalıdır, yani barışıp kucaklaşmaları gerekir; tâ ki her biri ‘âheng-i terakkîyi ihlâl etmesinler.’
Bu şekilde, coşkulu bir karşılama ile başlayıp ümitli sözlerle ilerleyen, ama aynı zamanda bu büyük imkânı mahv ve heder edecek sebeplere karşı uyarılar taşıyan konuşma, yaşasın’lar ve ‘gebersin’ler ile nihayet bulur. Meselâ: “Yaşasın adalet-i ilâhî! Yaşasın ittihad-ı millî!” Buna karşılık: “Ölsün ihtilaf!” “Gebersin ağrâz-ı şahsiye ve fikr-i intikam!”
Gelin görün ki, ölmesi gerekenler diri kalınca, yaşaması gerekenler ölüme mahkûm olur. Bir büyük umut ve bir imkân garazlar, asabiyetler, türlü çeşit hevesler ve hesaplarla yitip gider.
Öncesi ve sonrasıyla 1908’deki İlan-ı Hürriyet Bediüzzaman Said Nursî’nin “Hürriyete Hitap”ındaki şarta bağlı ümitlerle birlikte düşünüldüğünde; dahası onun iki sene sonra Şam’daki Emevî Camiinde verdiği (bir yıl sonra Hutbe-i Şâmiye başlığıyla yayınlanan) hutbede söyledikleri ile Kürdistan aşiretleriyle yaptığı ‘meşveret, hürriyet ve meşrutiyet’ savunması niteliğindeki Münazarat’ında dile getirdikleri de dikkate alındığında, teessüf edip hayıflanmamak elde değildir. Görülür ki, aslında bambaşka bir tarih yazılabilirdi.
Elden alınıp çalınmış olsa dahi, bu büyük olay yine de bir ilham konusu olabilmiştir ama… Nitekim, müstevli müstekbirlere karşı bütün esir uluslara ilham veren bir Milli Mücadele milletin iradesini temsil eden bir meclisin sevk ve idaresinde başarıya ulaşabilmişse ve ağır aksak da yürünse bu diyarda cumhuriyetin ve demokrasinin en azından bir yolu olabilmişse, bu II. Meşrutiyetin izi sıra gerçekleşmiştir.
Buna karşılık, 1908’den bugüne Osmanlı coğrafyası başta olmak üzere Müslüman coğrafyada gerçekleşen kurtuluş ve hürriyet teşebbüslerinin tıkandığı yerlere bakıldığında, hepsinin “Hürriyete Hitap”ta uyarısı yapılan hususlarla bir bağı ve ilgisi vardır. Büyük umutlarla yürünen, büyük feda ve feragatlerle gerçekleşen o yolculukların çoğu hüsranla bitmişse, ne yazık ki bunda o süflî hislerin ve şahsî küçük hesapların ciddi hissesi bulunmaktadır.
Suriye’de yarım asrı deviren ve yarım milyondan fazla insanın canını heder eden bir devr-i istibdadın nihayet kendisinin devrildiği günlerde aklıma düşen, 1908’in o hatırası ve daha İlan-ı Hürriyetin coşku ve ümit dolu ilk günlerinde Bediüzzaman’ın yaptığı uyarılardı.
Dileriz Suriye halkı 1908’de düştüğümüz o hataya düşmez. Dileriz oradaki olaylar çokça tecrübe olunan ‘kurtarıcılardan kurtulma’yı gerektiren bir noktaya evrilmez. Ve dileriz herkes için adalet, eşitlik, hürriyet tesis eden bir düzen tesis edilir de, dünyanın her yerindeki mazlumlar ve masumlar için insanca yaşamanın önünde bir umut bağrında nice peygamber barındırmış o kadim topraklardan yeşerir…