05.11.2018 Pazartesi
Modern demokrasilerin insan haklarını esas alan bir hukuk devleti olduğunun altını özellikle çizmek gerekiyor. Bu çerçevede demokrasiye yapılan en önemli itirazlar; ?Demokrasi Batı kültürünün bir ürünüdür ve de dini dışlayan bir kültürel iklimden beslenmektedir. Dolayısıyla Müslümanlar açısından sorunludur? yaklaşımı üzerine bina edilmektedir.
Hemen belirtmekte yarar var, hukukun üstünlüğüne dayalı bir sistem asla insanların manevi dünyasını kontrol altına alan bir sistem değildir. Çünkü insan haklarını bir sistemin temeli olarak kabul etmek, insanın tanımını ve manevi dünyasını sınırlamak anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla insanın hakikati ve irfani derinleşmesiyle ilgili bütün çabaların önünü açmak aynı zamanda insan haklarının da özünü oluşturmaktadır.
Esas itibariyle hukuk, kanunlar yanında kaynağını kültürel ve manevi değerleri de bünyesinde barındıran bir bütündür. Dolayısıyla hukuk, aynı zamanda bir toplumun kültürel, sosyolojik ve irfani özelliklerinin tümünü temsil etmek durumundadır. İşte bu yönüyle hukuk, bağlı bulunduğu toplumun değer yargıları ve yazılı olmayan kurallarıyla varlığını sürdürebilmektedir.
Hal böyleyken, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi değerlerin Müslümanların dünyasıyla uyuşmadığını düşünmek gerçekçi değildir. Zira hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı gibi temel yapılar, esas itibariyle hem insanların haklarını, özgürlüklerini teminat altına almak, hem de devletin gücünü sınırlamak üzere geliştirilmiş kavramlardır.
Eğer devlet gücü denetlenemezse, her zaman negatif sonuçlar üretme ihtimali yüksektir. Mesela seküler bir devlet hukuk kurallarıyla sınırlanamazsa, rahatlıkla hakları ve özgürlükleri tahrip edebilir. Aynı şekilde bir din devleti de kendini tebliğle sorumlu addedip zorla insanları dindarlaştırma yolunu seçmeyi bir hak olarak görebilir. Oysa biliyoruz ki devlet değer üretemez, çünkü değerlerin bir toplumda anlam ifade etmesi insanların duyarlığı ile ilgili bir meseledir. Ayrıca dini ve ahlaki değerlere bağlılığı devlet gücüyle temin etmek İslami de değildir, insani de...
İranlı düşünür Muhammed Müctehid Şebusteri´nin, ?Resmi Dini Söylemin Eleştirisi? kitabındaki şu tespiti dikkat çekicidir: ?İnsanlığın binlerce yıllık tecrübesi bize iktidar ve gücün daima iman ve ahlakın önünde engel olduğunu göstermiştir. Tarih boyunca bütün peygamberler, filozoflar, arifler ve ahlakçı bilgeler gücün kötülükleri konusunda yöneticileri uyarmıştır. Çağımızda geçerli bir yöntem olarak benimsenen güçler ayrılığı ilkesi, toplumda gücün baştan çıkarıcılığının önüne geçebilmek için ihdas edilmiştir ve insanın acılarla dolu olan tarihi tecrübesinin sonucunda gelinmiş bir aşamaya tekabül eder.?
Unutmamak gerekiyor ki, devlet her zaman güce eğilimlidir. Eğer insan hakları temelinde hukukun üstünlüğüne dayalı bir devlet yapısı oluşturulamazsa, devlet bir bakıma toplum mühendisliği yaparak insanları hizaya sokmak, ne kadar özgürlüğe ihtiyacı olduğunu tayin etmek ve hatta insanların manevi ergenliğini geliştirmek gibi dayatmacı yöntemelere başvurabilir.
Oysa kültürel değerlerin zenginleşmesini ve toplumun manevi olgunlaşmasını sağlamak sivil kuruluşların görevi olmalıdır. Demokratik toplumlarda devletin görevi, sivil inisiyatifi güçlendirerek kültürel ve manevi değerlerin önünü açmaktır, tek tip insan yetiştirmek için denetim mekanizmaları oluşturmak değil...
Unutmayalım ki insan haklarının ihtiva ettiği özgürlükler, insanların fıtratında var olan öze ilişkin haklardır. Bu temel yaklaşımdan hareket edildiğinde, özgürlüklerin sınırlandırılması ancak adalet kavramı içinde değerlendirilebilir bir durumdur. Daha açık bir ifadeyle, çağdaş insan haklarının getirdiği özgürlüklerle ilgili eğer bir sınırlandırma söz konusu ise bunun için başvurulabilecek yegane merci adalettir. Yani esas olan hukukun üstünlüğüdür, dolayısıyla özgürlükler başkalarının hakkına-hukukuna zarar verecek bir durum arzediyorsa adalet temelinde ancak bir sınırlandırmaya gidilebilir.