Amaç, muhalefeti bastırmak, muhalifleri susturmaktır. Hukuk askıya alınmıştır. Yargı bağımsızlığı, masumluk karineleri gibi hukuk devleti ilkeleri geçerli değildir. Karar, siyaseten zaten verilmiştir.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, biri AKP milletvekili aday adayı olan iki yargıcın verdiği kararla, Gezi davasında Osman Kavala’yı ağırlaştırılmış müebbete, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater Utku, Ali Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali Ekmekçi’yi de 18 yıl hapse mahkum etti.
Karar yurt içinde ve yurt dışında büyük bir infiale, tepkiye yol açtı. Yabancı basın yargılamayı “siyasal saiklerle oynanan bir pandomim”, “gülünç bir yargılama”, “şov yargılama” gibi başlıklarla verdi. Almanya, ABD, Fransa, Kavala ve diğerlerinin derhal serbest bırakılmasını istedi. Türkiye’de yer yer protestolar düzenlendi. Eski Cumhurbaşkanı ve AKP’nin kurucularından Abdullah Gül, kararın “kamu vicdanını çok derinden yaraladığını”, davanın ileride “utanılacak” bir dava olarak anılacağını söyledi.
Karara hiç şaşırmadım. Böyle rejimlerde, rejim muhalifleri böyle yargılanır. Amaç, Nazi Almanyası’ndaki “halk mahkemeleri” ya da Stalin Rusya’sındaki Moskova yargılamalarında olduğu gibi adil bir yargılama ve adaleti sağlayacak bir karar vermek değildir. Amaç, muhalefeti bastırmak, muhalifleri susturmaktır. Hukuk askıya alınmıştır. Yargı bağımsızlığı, masumluk karineleri gibi hukuk devleti ilkeleri geçerli değildir. Karar, siyaseten zaten verilmiştir.
Bizim hukukçu kafamız hala kararın neden hukuka aykırı olduğunu ortaya koymaya çalışıyor. Hukuksuzluğun geçerli olduğu bir sistemde, hukuk mücadelesi vermek yoğurt içinde bisiklet pedalı çevirmeye benzer. Gene de bir hukuk dalına tutunmak istiyorsunuz. Tutunacak başka şeyimiz yok çünkü. Hukuk sorularına hukuksal yanıtlar arıyorsunuz.
Örneğin, Osman Kavala Gezi davasından yani cebir ve şiddet kullanarak hükümeti devirmek (TCK 312. Madde) suçundan mahkum oldu. Oysa uzun bir süredir casusluk (TCK m.d 328) suçu nedeniyle tutukluydu. Hükümet, AİHM’e ya da Bakanlar Komitesi’ne bildirdiği görüşlerde, Kavala’nın 312. Maddeden değil, 328. Maddeden tutuklu olduğunu defalarca belirtti. 312’den yargılanacaksa, neden 328’den tutukluydu?
Hükümet’in Bakanlar Komitesi ve AİHM’e verdiği görüşlerde savunduğu tez şuydu: AİHM’in 10 Aralık 2019 tarihli kararı Gezi davasına yani 312. Maddeye ilişkindir. Kavala o davadan beraat etti ve tahliye edildi. Dolayısıyla, Hükümet’e göre, AİHM kararı uygulandı. Şimdiki tutukluluğu ise başka bir suçtan, casusluktan suçundan (328. Madde). Hükümet, bu tutuklamaya itiraz varsa, AİHM’e yeni bir başvuru yapması gerektiği görüşünde. Bu görüş Bakanlar Komitesi’nce kabul edilmedi. “ Bütün tutuklamalar aynı olgulara dayanıyor. Bu tutuklama, ilk tutuklamanın devamı” dedi Bakanlar komitesi. AİHM ise henüz görüşmedi.
13. Ağır Ceza Mahkemesi, son verdiği kararla, Kavala’yı daha önce beraat ettiği 312’den mahkum ederek Hükümet’in bu görüşünü çürüttü. Ama bu kez Hükümet, AİHM’deki davada kullanmak amacıyla başka bir argümanın peşinde. 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararıyla Osman Kavala, tutuklu statüsünden hükümlü statüsüne geçti. Hükümet’in AİHM’e vereceği yeni görüşte, uygulanması istenen AİHM kararının tutuklamaya ilişkin olduğu, oysa Kavala’nın şimdi hükümlü bulunduğu, dolayısıyla ortada uygulanacak bir kararın kalmadığını ileri sürmesi beklenir. 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin aceleyle karar vermesi de, Hükümet’in AİHM konuyu görüşmeden önce bu yeni argümanı bildirmek istemesiyle açıklanabilir. AİHM taraflara ikinci kere görüş bildirmek için 11 Mayıs’a dek süre verdi.
AİHM’in bu görüşü kabul edeceğini sanmıyorum.
AİHM bakımından söz konusu olan Osman Kavala’nın keyfi, hukuka aykırı bir biçimde özgürlüğünden yoksun bırakılması. İster tutuklu, ister hükümlü olsun fark etmez. Özgürlükten keyfi olarak yoksun bırakılma durumu sürmekte.
Kaldı ki, AİHM’in 10 Aralık 2019 tarihli kararında tutuklamanın makul bir kuşkuya dayanmadığını ve Kavala’nın siyasal nedenlerle, susturulmak amacıyla tutuklandığını gösteren ayrıntılı, somut gerekçeler var. Bu gerekçeler, 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin son kararı için de geçerli.
Kararda ne diyordu AİHM? Bir kere, Kavala’nın Gezi sırasında meydana gelen şiddet olaylarıyla bir ilgisi yok. İkincisi, iddianamede ileri sürüldüğü gibi Kavala’nın gizli bir yapı kurarak Hükümet’i devirmeyi planladığını gösteren bir olgu yok. Kanıt olarak ileri sürülen olaylar ya yasal etkinlikler ya da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde belirtilen haklarını kullanması niteliğinde. Bir yabancı devlet Büyükelçisiyle görüşmesinden, gazetecilerle ya da Avrupa’dan gelen delegasyonlarla buluşmasından Hükümet’i devirmeyi planladığı sonucu çıkarılamaz. Ayrıca Kavala’nın Gezi’den dört yıl sonra tutuklanmasına Hükümet bir açıklama getirememekte.
AİHM, 18. Madde yani Hükümet’in art niyetle, siyasal nedenle Kavala’yı tutukladığı şikayetini haklı buldu. İddianamenin hiçbir delile dayanmaması, aradan dört yıl geçmiş olması, Cumhurbaşkanı’nın beyanları 18. Madde ihlaline yol açan nedenler.
Bütün bu nedenler, esas karar için de geçerli.
Günümüzde insan haklarına, Hitler Almanya’sından ya da Stalin Rusya’sından farklı bir koruma getirildi. İnsan hakları devletlerin iç işi olmaktan çıktı. Uluslararası sözleşmelerle güvence altına alındı. Bu farkı doğuran en önemli araçlardan biri AİHM. Devletler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olmakla, AİHM’in kararlarını uygulamayı taahhüt ediyorlar. Türkiye ise Sözleşme’den ve kendi Anayasası’nın 90. Maddesinden doğan bu yükümlülüğü yerine getirmemekte ısrar ediyor. Bu tutumu sadece Türkiye’deki hukuk devleti hakkında değil, aynı zamanda Türkiye’deki rejim hakkında bir hükmün oluşmasına yol açıyor.
AİHM Türkiye’nin kararı uygulamadığı yolunda bir karar verir ve iktidar hala bu tutumundan vazgeçmezse, giderek ağırlaşan bir siyasal bedel ödemesi, hatta Avrupa Konseyi üyeliğinin tehlikeye girmesi kaçınılmazdır.
Kaynak: Farklı Bakış