Hayır, Baro başkanlarının Ankara’ya yürümesine, Hükümeti protesto etmesine, kamuoyu oluşturmalarına karşı değilim. Bilakis Baro veya başka herhangi bir meslek kuruluşunun, sivil ya da siyasi organizasyonun toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlemelerinin önü her zaman açık olmalıdır. Hükümet ve kolluk kuvvetleri de bu sürecin önünü açık tutmalıdır. Ülke ve toplumu yarım asır öncesinde zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’in telaffuz ettiği “yollar yürümekle aşınmaz” perspektifinin gerisine düşürmek hiç kimseye yakışmaz.
Baro başkanlarının yürüyüşünü polis marifetiyle engellemek hukuki açıdan izah edilemez olduğu gibi siyasal iklim ve toplumsal duyarlılıklar açısından da türlü zaaflar ve zararlar üretmektedir. Yürütmeme, protesto ettirmeme, talep ve itirazlar etrafında kamuoyu oluşturtmama politikaları devleti, hükümeti, ülkeyi hiçbir zeminde güçlü kudretli filan göstermiyor. Kaldı ki; talep ve eleştirileri çarpık olabilir, eksik ya da aşırı olabilir, söz ve eylem arasında makas açık olabilir ancak toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı 12 Eylül Anayasası tarafından bile tanınmıştır. Dolayısıyla Baro’nun siyasi misyonu, hukuka karşı her zaman resmi ideoloji ve devlet sınıflarının yanında duruşu, özgürlüğe karşı bürokratik teamüllerle safları sıklaştıran geleneğini bilerek altını çiziyoruz toplantı ve yürüyüşlerinin engellenmemesi meselesini.
Anıtkabir’le Kayıtlı Anlam ve Hedefleri
Anıtkabir’le kayıtlı anlam ve hedefler dünyası sadece Baroların sorunu değil. Türkiye’de mantığın bütün sınırları zorlanarak bütün talep ve itirazları Anıtkabir’e arz etmek, meşruluk ve gayrı meşruluk kategorisini Atatürk ve Kemalizm çerçevesinde izah ederek güç kazanmaya girişmek çok yaygın maalesef. Adalet, hukuk, özgürlük, demokrasi hatta din, lisan, kültür ve tarih tanımlarını bile bu kritere göre tanzim etme gayretlerinin bizzat kendisinin sorun ürettiğini tartışmak durumundayız. Kimsenin Kemalist olma, Atatürkçü ritüellere göre hayat tarzını dizayn etmesini, Tek Adam ve Tek Parti dönemini asr-ı saadet gibi görüp özlemesini kıskanmıyoruz elbette.
Nasıl bir cumhuriyet, nasıl bir demokrasi, nasıl bir kalkınma soruları kadar nasıl bir baro sorusunu sormak da bizim için anlamlı ve zaruridir. Çünkü baroların misyonu, devlet sınıfları içindeki yeri, resmi ideolojiyle ilişkisi, siyasal angajmanı hemen hiç konuşulmuyor adeta. Savunma ile baroyu, adaletin tecellisi ile baro yönetimlerini eşitlemek ilk ve en büyük çarpıklık. Baroların hukukla, kanunla, toplumla ilişkisini ideal ve kopmaz bir ilişki gibi lanse etmek kadar büyük bir kazıklama operasyonuyla muhatap olmamışızdır herhalde.
Madem bu Barolar savunmanın en önemli ayağı ve hukukun tesisi için vazgeçilemez bir rol oynuyorlardı da askeri darbe ve askeri vesayet halkın üzerine çökerken neyle meşgul olduklarını bir zahmet izah ediversinler. Barolar hukukun önünü açmaya, kanunları adalet ve merhamet nosyonuyla tanzim etmek üzere siyasal iktidarları ne zaman ve nasıl harekete geçirdiler, varsa bilen söylesin. Kamusal alanı temel haklar ve özgürlüklerin yaşandığı ortak bir paydaya dönüştürmek üzere harekete geçtiğimiz her adımda karşımızda TSK, AYM, Yargıtay, YÖK, MGK, TÜSİAD gibi Türkiye Barolar Birliği’nin de dikildiğini bu gözlerle gördük. Hukuk karşısında Kemalist ilke ve prensiplerin, İslami kimlik karşısında Ata/Türkçü kimliğin tartışmasız üstünlüğünü kabul ederek konuşlanmış bir takım teşekküllerin tutarsız, adaletsiz ve çatıştırıp dağıtan bir çizgiyi devam ettirme inatlarını ifşa etmek zorundayız.
Temiz Akıl ve Şeffaf Siyasetin Kudreti
Bu ifşayı yine sağlam bir siyasal söylem ve duruşla, hukuk ve özgürlükleri teminat altına alan bir politik akılla yönetmekten başkaca çare yoktur. Yasaklamak, engellemek veya medyatik operasyonlara yönelmek çok kolay ve sonuç alıcı gibi gözükse de siyasal ve toplumsal zemini aşındırmak bakımından en yanlış ve zarar verici tercihtir. Siyasal talep ve itirazlara karşı haklı ve kuşatıcı tezlerle cevap verebilen mücadeleden güçlü çıkar. Kanunları barikat gibi kullanan, polisiye tedbirleri gereksizce yaygınlaştıran siyaset biçimi hem özgüven kaybını hem de statükoya sarılmanın çaresizliğini ilan etmektedir dosta düşmana.
Peki, hukuk devleti ve yargıya egemen olacak adalet prensibini özgürce tartışmaya açabiliyor muyuz? İşte temel kriz alanlarından birisi de burada neşet ediyor. Herkesin Kemalist olduğu, en iyi ve en doğru Atatürkçülük yarışına giriştiği, Anıtkabir ziyaretine göre makbul ve meşruiyet ispatına kalkışmanın moda olduğu bir akıl tutulması ikliminde basit polemiklerle bir ülke ve bir toplum nasıl mesafe alabilir ki? Hiçbir aşırılığa sapmadan, adaleti ve maslahatı da gözeterek Kemalizmi tartışacak siyasal akıl ve örgütlenme neden toplumun önüne düşemiyor? Mesele sadece cesaret ve entelektüelden yoksunlukla izah edilemeyecek kadar çetrefilli. CHP’nin mevcut kadrolarıyla basit polemikler tırmandırıp Atatürkçülüğe sahip çıkarak ancak garabet abidesi niteliğinde bir muhafazakâr Kemalizm üretilir, üretiliyor da.
Sicili her açıdan sağlam, işi her yönden şeffaf ve hesap verebilir, ilişkileri bütün şaibe ve günahlardan arınmış olarak siyaset yapan ne Kemalizm’e yanaşmaya, ne bürokratik oligarşinin artıklarına yaslanmaya muhtaç olur. Türkiye birkaç sene öncesine kadar aştığı kimi gündemlere geri dönüp çare diye sarılamaz. Beka tartışmaları devam ettirildiği sürece devletçi perspektif siyaseti miyop eder, şaşı yapar, şaşkın kılar. Şu soruyu iktidar veya iktidarı destekleyen gazeteciler, akademisyenler yüksek sesle ve ısrarla soramıyorlar: Hukuk devleti, ileri demokrasi, bireysel ve toplumsal iradeye özgürlük deyip otoriter ve totaliter Tek Adam rejimini, Resmi İdeoloji projeksiyonuyla modern totemizmi temsil eden Anıtkabir’e koşmak kadar büyük bir garabet olabilir mi?
Suriye’den Libya’ya Akdeniz’de türlü sabotajları savuşturabilmek, sağlam yol alabilmek için Türkiye hukukun, özgürlüğün, adaletin, itiraz ve eleştirinin önünü daha çok açmalıdır. Siyasi rekabette üstünlük polisiye tedbirler ve mahkeme kararlarıyla değil güven telkin eden, kuşatıcı ve ufuk açıcı pratiklerle temin edilir ancak.
Yeni Akit