Her Kasım ayının son cumartesi günü Holodomor kurbanlarını anma günüdür. Bu yıl da, 26 Kasım’a rastladı.
Ukrayna dilinde Holodomor “açlıktan öldürmek” anlamına gelir. 1932-33 yıllarında, o zamanki Sovyet hükümetinin zorla kolektifleştirme ve ürünlere tohumuna varıncaya kadar el koyma politikası sonucunda üretimin durmasıyla Ukrayna’nın Kuban bölgesinde, tahminlere göre, 1 milyon kadarı çocuk olmak üzere 6-8 milyon (o zamanki Ukrayna nüfusunun dörtte biri) arasında insan açlıktan ölmüştür.
Açlıktan ölmek hiçbir ölüme benzemez. Bu ölümlerin acı dolu sahnelerini Yahudi kökenli Rus romancı Vasili Grossman, Yaşam ve Yazgı (Ayşe Hacıhasanoğlu, Can, 2012) ve Her Şey Geçip Gider (Ayşe Hacıhasanoğlu, Can, 2013) romanlarında, acıyı kemiklerimize kadar duyacağımız, okurken nefesimizi kesen bir açıklıkla tasvir etmiştir.
İşte, açlığı yaşamış, o sıralar yirmi yaşında olan bir kadının ağzından o günlerin Ukrayna köylerinden korkunç manzaralar:
“Bizler kulakların yazgısından daha kötü bir şey olamayacağını sanıyorduk. Ne kadar yanılmışız! Balta, köylerdeki herkesin tepesine inmişti… Açlıktan öldürme cezası gelmişti… Bu duruma nasıl gelinmişti? Kulakların mallarına el konulduktan sonra ekili alanlar büyük ölçüde azalmış ve verim düşmüştü. Oysa kulaklar gittikten sonra sözde yaşamımızın bir anda geliştiğine ilişkin bilgiler veriliyordu. Köy sovyeti bölgeye, bölge eyalete, eyalet Moskova’ya yalan söylüyordu… Planı yerine getirmek elbette mümkün değildi, ekili alanlar azalmıştı, verim düşmüştü, kolhozun tahıl denizi nereden, nasıl elde edilecekti?
“Topluca adam öldürme kararını kim imzalamıştı? Sık sık düşünürüm, gerçekten Stalin mi diye. Rusya tarihi boyunca böyle bir emir bir kez bile verilmemiştir sanırım. Çar’ı bir yana bırakın, Tatarlar, Alman işgalciler bile böyle bir emrin altını imzalamamışlardı. Oysa bu emir, Ukrayna’da, Don’da, Kuban’da köylüleri açlıktan öldürmek demekti. Eldeki bütün tohumlara el konulması emrediliyordu. Sanki buğday değil de bomba ya da makineli tüfek arar gibi tahıl arıyorlardı. Toprağı süngülerle, tüfek temizleme çubuklarıyla delik deşik ettiler, bütün bodrumları kazdılar, döşemeleri kırdılar, sebze bahçelerini aradılar. Bazı evlerde çömleklerin, çamaşır teknelerinin içine dökülmüş tahılları alıp götürdüler… Kışa doğru ekin yağmurdan ıslandı, çürümeye başladı, Sovyet yönetiminin elinde köylünün ekininin üzerini örtmeye yetecek kadar çadır bezi yoktu…
“İşte o zaman anladım, Sovyet yönetimi için en önemli şey plandı. Planı yerine getir. Plana göre dağıtımı, teslimatı yap! En temel mesele devlet. İnsanlar ise solda sıfır…
“Babalar ve analar birazcık da olsa buğday saklayarak çocuklarını kurtarmak istiyorlardı. Oysa onlara sizin içinizde sosyalizm ülkesine karşı korkunç bir nefret var, planı bozmak istiyorsunuz, asalaklar, kulak yanlısı köylüler, alçaklar, diyorlardı. Planı bozmak değil, çocuklarını kurtarmak, kendilerini kurtarmaktı istedikleri. Yemek yemek insanların ihtiyacıdır… Aç insanlara tek bir tahıl tanesi bile vermediler…
“İnsanlar sersem gibiydiler, adeta yabanileşen büyükbaş hayvanlar ürküyor, böğürüyor, sızlanıyor, köpekler geceleri korkunç şekilde uluyordu. Toprak çatırdıyordu… Köydeki buğdayı son tanesine dek alıp götürmüşlerdi. Yazlık buğday için ekecek tek bir şey yok, tohumlukları son tanesine kadar toplamışlardı… köy artık açlık durumuna giriyor…
“Eti, eldeki buğdayı yiyip bitirdiler, patatesi de bitiriyorlar, ailesi büyük olanlar hepsini yiyip bitirdi… Korkunç bir şeydi. Analar çocuklarına bakıyorlar ve korkudan çığlık atmaya başlıyorlar. Eve yılan girmiş gibi çığlık atıyorlar. Bu yılan, ölümün, açlığın ta kendisi. Köylüler… yutkunuyorlar, çenelerini oynatıyorlar, salyaları akıyor. Hep salyanı yutuyorsun, ama salya karın doyurmuyor. Gece uyanıyorsun, etraf sessiz, ne bir konuşma ne de armonika sesi var. Mezarda gibi, sadece açlık dolanıyor ortalıkta, O uyumuyor. Köy evlerinde çocuklar sabahtan başlıyorlar ağlamaya, ekmek istiyorlar. Anaları ne versin bu çocuklara, kar mı? Hiç kimseden yardım da gelmiyor. Partililerden gelen tek yanıt, yan gelip yatmamak, çalışmak gerekirdi şeklinde. Bir yanıt daha veriyorlardı: Kendi evinizde arayın yiyeceği, sizin köyde üç yıllık buğday gömülüdür…
“Ancak kışın gerçek anlamda açlık yoktu daha. Tabii ki, insanlar solup sararmışlardı, patates kabuklarından karınları şişmişti, ama vücutları şişmemişti daha. Karın altından meşe palamudu arayıp buluyorlar, palamutları kurutuyorlardı, değirmenci değirmentaşlarının arasını daha geniş tutuyor, palamutlara öğütüp un haline getiriyordu. Palamuttan ekmek, daha doğrusu pide yapıyorlardı… Palamutlar çabuk bitti, meşe korusu büyük değildi, aynı anda üç köy birden koruya hücum etmişti…
“Köy yapayalnız kalmıştı, etraf boştu ve evlerde aç insanlar vardı. Kentten türlü türlü temsilciler de gelmekten vazgeçmişlerdi artık, ne için geleceklerdi zaten. Aç insanların elinden alacak bir şey yoktu, dolayısıyla gelmelerine gerek de yoktu… Devlet bir insandan hiçbir şey alamadığı zaman o insan yararsız bir şey olur…
“Tek başlarına kaldılar, devlet açlardan elini çekti. İnsanlar köyde dolaşmaya, birbirlerinden, yoksullar yoksullardan, açlar açlardan dilenmeye başladılar. Çok çocuklular, daha az çocuklu ya da tek çocuklu olanlardan, ilkbahardan önce elinde bir şey kalanlardan yiyecek dileniyorlardı… yollardaki karakollar, asker, polis, NKVD, aç insanların köylerinden çıkmasına izin vermiyor, kente gidemiyorsun… en küçük istasyonlarda bile nöbetçiler dolaşıyor…”
“Karlar erimeye başladığında köy boğazına dek açlığa batmıştı. Çocuklar ağlıyorlar, uyumuyorlar, gece de ekmek istiyorlar. İnsanların yüzleri toprak gibi, gözleri donuk, bakışları sarhoş. Ayaklarıyla yeri yoklayarak, elleriyle duvarlara tutunarak uykulu uykulu yürüyorlar. Açlık insanları sarsak yapıyor. Daha az dolaşıyor, daha çok yatıyorlar…
“… Bazı kadınlar çocuklarını oyalıyor, onları öpüyorlar, ‘bağırmayın, sabredin, ben nereden yiyecek bulayım?’ diyorlardı. Diğerleri deli gibiydiler, ‘Ağlayıp durmayın, gebertirim!’ diyorlar ve yiyecek istemesinler diye ellerine geçirdikleri şeyle dövüyorlardı çocukları. Bazıları ise evden kaçıyor, çocuklarının çığlıklarını duymamak için komşu evlerde bekliyorlardı.
“O zamana kadar kedi köpek kalmamıştı ortalıkta. Bu hayvanları yakalamak da zordu, insanlardan korkuyorlardı, gözleri vahşi vahşi bakıyordu. Kedileri, köpekleri pişiriyorlardı, etleri kuruydu, kafalarını kaynatıp jöle yapıyorlardı.
“Kar kalktı ve insanlar şişmeye başladılar, vücutlarında açlık yüzünden ödemler oluşmuş, ayakları yastık gibi şişmiş, karınları su dolmuştu, sürekli çişleri geliyor, avluya çıkabilecek zaman bile bulamıyorlardı… Çocukların yüzleri ise çok acı çekmiş yaşlı insanların yüzlerine benziyordu… ya küçük gagalı bir kuş kafası ya da küçük bir kurbağa suratı, dudakları ince, geniş, bir diğerinin kayabalığı gibi ağzı açık…
“Yemedikleri ne kaldı, fareleri yakaladılar, sıçanları, alacakargaları, serçeleri, karıncaları avladılar, toprağı kazıp solucanları çıkarttılar, kemikleri, derileri, ayakkabı tabanlarını ezip un haline getirdiler, pis kokulu eski derileri erişte gibi kesiyorlar, tutkalı kaynatıp pişiriyorlardı…
“Henüz halsiz düşmeden tarlalardan demiryoluna gidiyorlardı… Kiev-Odessa ekspresi geçerken diz çöküyorlar ve ekmek, ekmek diye bağırıyorlardı. Bazıları, korkunç görünen çocuklarını havaya kaldırıyorlardı. İnsanların ekmek parçaları, çeşitli yemek artıkları attıkları oluyordu… Ama sonra bir emir çıktı, tren açlık çekilen bölgelerden geçerken muhafızlar pencereleri kapatıyor, perdeleri indiriyordu. Yolcuların pencerelere yaklaşmalarına izin vermiyorlardı. Zaten köylüler de gitmekten vazgeçmişlerdi, bırakın raylara kadar gitmeyi, sürünerek de olsa evden avluya çıkacak güçleri yoktu…
“Köyden ağıtlar yükselmeye başlamıştı, köy kendi ölümünü görmüştü. Bütün köy ağıt yakıyordu, bilinçli, yürekten değil, rüzgârda yaprakların hışırdaması ya da saman çöplerinin gıcırdaması gibi… Sanki toprak da insanlarla birlikte uluyordu. Tanrı yoktu, seslerini kim duyacaktı?
“… Evlerden birine uğramıştım… Ev sahibinin kızı… yerde, döşemenin üstünde kendinden geçmiş bir halde yatıyor, bir taburenin ayağını kemiriyor… İçeri girdiğimi duymuştu… köpekler kemik kemirirken yanlarına yaklaşınca nasıl homurdanırlarsa aynı öyle homurdanmaya başladı.
“Ölüm köyde kol geziyordu. Önce çocuklar, yaşlılar, sonra orta yaşlılar. Ölüleri ilk başta gömüyorlardı, sonra bıraktılar. Cesetler öylece sokaklarda, avlularda yatıyordu, en son ölenler ise evlerde yatıp kalmışlardı. Ortalık sessizleşmişti. Bütün köy ölmüştü.
“… öyle bir gün geliyor ki, aç insan emekleyerek evine dönüyor. Bu, onun açlığı yendiği anlamına geliyor, insan artık korkmuyor, yatağına uzanıyor ve yatıp kalıyor. İnsan açlığı bir kere yendi mi artık onu kaldıramazsın, sadece gücü olmadığından değil, yaşamaya ilgi duymadığından, yaşamak istemediğinden. Sessizce yatağında yatar, ona dokunma artık. Aç insan yemek yemek istemez, sürekli çiş yapar, ishal olur, aç insan uykucu biri olur, ona dokunma, onun tek istediği sessizliktir.” (Her Şey Geçip Gider, s. 148-157)
‘ÇOCUKLAR YERLERDE SÜRÜNÜYORLARDI’
Grossman’ın diğer romanından bir anlatı daha:
“Köyün üstünde sessiz, tekdüze bir inilti vardı, canlı iskeletler, çocuklar yerlerde sürünüyorlardı, ağlarken bile sesleri zor duyuluyordu; açlığın yarattığı solunum yetersizliği yüzünden halsiz düşen erkekler su toplamış ayaklarıyla avlularda dolaşıyorlardı. Kadınlar yiyecek bir şeyler arıyorlardı, her şey yenmişti: ısırgan, palamut, ıhlamur yaprağı, evlerin arkasına atılmış hayvan toynakları, kemikleri, boynuzlar, işlenmemiş koyun derileri…” (Yaşam ve Yazgı, II. Kitap, s. 329)
Bu da Victor Kravchenko’nun naklettiği bir tanıklıktan:
“Elimize ne geçirdiysek yedik. Kediler, köpekler, tarla fareleri, kuşlar… Yarın hava aydınlandığında ağaç kabuklarının soyulmuş olduğunu göreceksin. Çünkü onlar da yendi. At dışkıları da yendi… Evet, at dışkısı. Onun için kavga ettik. Bazen içlerinde tahıl oluyordu.” (I Chose Freedom, Robert Hale, 1946, s. 67)
Holodomor Kurbanları’nın önünde saygıyla diz çöküyorum!
Kaynak: farklı bakış