Tarih: 18.03.2020 16:29

Hobbes, Darwin ve Batı’da Kovid-19 manzaraları

Facebook Twitter Linked-in

Bütün dünyayı pençesine takan Kovid-19 salgını bir “büyük eşitleyici” olarak zuhur etti. Zengin-fakir, kadın-erkek, ünlü-ünsüz fark etmiyor.

Hangi milletten, hangi dinden ve hangi görüşten olursanız olun – değişen bir şey yok. Herkes risk altında ve söz konusu risk herkes için eşit derecede geçerli.

Aslında her şey, salgına karşı toplumların verdiği tepkide düğümleniyor. Toplumla birlikte devlet aygıtının da refleksleri belirleyicidir kuşkusuz.

Bugün dünya geneline baktığımızda toplumsal-siyasî düzlemde her ne kadar bazı tepkilerde “ortak hususiyetler” tespit edilebilse de birtakım ayrıştırıcı vasıflar da gitgide belirginleşiyor.

Özelde Avrupa, genelde ise Batı örneğini bu anlamda dikkat çekici buluyorum.

Kovid-19 virüsünün bugünkü merkez üssü artık Avrupa.

Bir makalemde İtalya’yı “lakayt bir Akdeniz demokrasisi” şeklinde tanımlamıştım. İtalya’nın salgın karşısında benimsediği duruş ve tedbir almakta gösterdiği gecikme İtalyanlara çok pahalıya mal oldu.

Dahası, “Bize bir şey olmaz!” edasıyla Venedik Karnavalı’nın çok geç ertelenmesi, bize İtalya’nın geçmişte – özellikle de kara veba yıllarında – edindiği birikiminin de yerle yeksan olduğunu fısıldıyordu adeta.

Fransa’da da benzer bir durum telakki edildi. Hükûmet radikal önemlere başvurmakta uzun süre çekingen davrandı.

Bu esnada Fransızlar günlük rutinlerine devam ettiler ve alışkanlıklarından zerre kadar feragat etmediler.

Topluca alışverişe çıktılar, parklarda topluca oturdular, bahar havasından kafe ve lokantalarda topluca istifade ettiler – hatta oy kullandılar! 

Pazartesi akşamı yaptığı açıklamada Fransa Cumhurbaşkanı Macron“katı” kararlar almak zorunda olduklarını, bir “sağlık savaşının” kalbinde bulunduklarını duyurdu.

Fransızların tarihsel olarak sergiledikleri “anti-otorite” eğilimi ve dik başlılığı neticesinde polisin yetkileri aşındı. İnsicam namına sıfır hassasiyetle donanan Fransız halkına şimdi askerî yöntemlerle işin ciddiyeti anlatılmaya çalışılıyor.

Avrupa’da yeme-içme-eğlenme konusunda İtalya ve Fransa’yla yarışan bir diğer ülke ise bilindiği gibi İspanya.

İspanya da tehlikeyi vaktinde idrak edemedi. Netice itibariyle bugün İspanya’daki bütün özel sağlık kuruluşları “acil durum” koduyla kamu hizmetine alındı.

Almanya’da ise devlet evvela “kontrollü panik” politikası tatbik etti. Şansölye Merkel, virüsün halkın yüzde 60-70’ine bulaşabileceğini ifade etti.

Bugün diğer Avrupa ülkeleriyle – bilhassa da Akdeniz havzasında konumlanan ülkelerle – mukayese edildiğinde Almanya’daki vaka sayısı ile ölüm oranı epey düşük.

Bu durumu devletin değil belki ama halkın oto-disipliniyle izah etmek mümkün olabilir. Ancak bugün Almanya’da da devlet ağırlığını koymaya başladı.

İngiltere bambaşka bir yol izliyor. Korunmayı teşvik etmek şöyle dursun, Boris Johnson hükûmeti halkın en nihayetinde bağışıklık kazanacağı ümidiyle(!) salgının serbest dolaşımını ülke çapında destekliyor.

Öyle ki, Johnson “birçoğumuz sevdiklerimizi kaybedeceğiz” ekseninde bir açıklama dahi yaptı.

Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri şimdilik tutunmayı başarıyor gibi duruyor. Unutulmamalıdır ki, bu ülkelerdeki “devlet” algısı ve pratiği Batı Avrupa’ya kıyasla çok daha baskındır.

Bu anlamda kamu otoritelerinin toplumu “kapsama alanı” çok daha geniştir.


Thomas Hobbes ve Batı’da “unutulan Leviathan” 

Bütün bu manzaralar bana öncelikle İngiliz düşünür Thomas Hobbes’un Leviathan’ını hatırlattı.

Leviathan imgesi aslında İncil’deki bir deniz canavarına tekabül eder. Tasvirlerden hareketle bir nevî ejderha-yılan-timsah karışımı olduğunu anlayabildiğimiz Leviathan adlı cüsseli canavar, dünya çapında bir felaketler zincirinin temsilcisi olmasının yanı sıra Yaradan’a isyan eden hayvanları simgeler. İncil’de Tanrı bu canavarı alt etmektedir.

Hobbes insanın tabiatı gereği kötü olduğunu vurguluyor, bu durumu meşhur “insan insanın kurdudur” formülüyle özetliyordu.

Başka bir deyişle Hobbes’a göre insan doğa durumunda (başıboş bırakıldığında) mutlaka savaşa ve fizikî yıkıma meyillidir. İnsan türdeşlerine karşı (yani diğer insanlara karşı) çatışmacı bir hâlet-i ruhiyeyle yaklaşır. 

Oysa herkesin herkesle savaş halinde olması insanlar için faydalı değildir.

Dolayısıyla insanlar can ve mal emniyetlerini muhafaza edebilmek adına bir mutlak egemenin, kudretli bir devletin yani bir Leviathan’ın varlığına boyun eğmelidirler.

Leviathan insanların selameti için “gerekli bir kötülük”tür. Böylesi bir egemen insanların can ve mal emniyetlerini salim kılmak kaydıyla onların “doğal” özgürlüklerinden feragat etmelerini talep edecektir. 

Her ne kadar bazıları Hobbes’un “ürkek bir liberal” olduğunu, teklif ettiği Leviathan-devlet modelinin aslında günümüz liberal-demokratik şablona denk düştüğünü ima etse de benim de dahil olduğum diğer bir siyaset bilimci grubu ise söz konusu modelin daha özgün ve müstesna bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorlar.

Gerçekten de Avrupa halkları (ve dahi bir bütün olarak Batı), klasik anlamda Leviathan’ı unutalı – hatta öldüreli(!) çok olmuştu. En azından biz öyle zannediyorduk.

İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip Batı alemi cansiperane bir biçimde “demokratizm” paradigmasına doğru yöneldi, yönlendirildi.

Kayıtsız-şartsız özgürlük muradı, “devlet” fikrinin alabildiğine şeytanlaştırılması, “yasaklamak yasaklansın” şiarının içselleştirilmesine değin varan kolektif bir “demokratizm” histerisi tam bir asır boyunca dünyayı kasıp kavurdu.

Bu süreçte otorite, planlayıcı akıl, korumacılık ve denetime dair ne kadar değer varsa hepsi talan edildi. İş “devletin kutsanmasından”, “kitlenin ilâhlaştırılmasına” evirildi. 

Bu iki uç arasındaki ahenkli denge bir türlü bulunamadı. İki varlığın yan yana, barışçıl bir şekilde yaşayabileceğine asla inanılmadı.

Dahası, kitlenin kendisi zaman içinde metalaştı ve adeta herhangi bir “piyasa ürünü” şekline dönüştürüldü.

Tecrübe edilen totaliter çağın ardından “halk iradesine yer açalım” diye çıkılan yolda halkın iradesi de elinden alındı ve “demokratize” edildi.

Büyük şirketler, oligarklar ve finans-kapital demokratizm ilkesini iliklerine kadar sömürdü ve neticede yeni mâlik yani neo-Leviathan olarak sahneye çıktı.

Hobbes’un bahsini ettiği Leviathan, her şeye rağmen, halkın bağrından kopan bir şematik öngörüyordu.

Leviathan insanların üzerinde mutabık kalacakları bir “toplumsal sözleşme”nin doğal bir uzantısı, bir izdüşümü idi.

Oysa 21'nci yüzyılda Leviathan kapitalizmden ve piyasa diktasından süzülerek ete kemiğe bürünüyor. Üstelik bu Leviathan’ın özünde onun varlığını meşrulaştırıcı bir “toplumsal sözleşme” de yok.

Ya ne var peki? Devletin ve halkın eşzamanlı, eşgüdümlü bir hâlde dağıtılması var.


“Homo homini lupus” ve “demokratizm” krizi

Son tahlilde 1945 yılından itibaren Batı’da, 1991 yılından itibaren ise dünya ölçeğinde dikilen “demokratizm” putu yalnızca savaşlara, ekonomik istismarlara ve kültürel yozlaşmalara değil, aynı zamanda halkların benliklerinin yıkımına ve bununla birlikte “devlet” gerçeğinin de yıpratılmasına vesile oldu.

Dahası, halka “iade” edilmesi öngörülen hakların topyekûn gaspına ve buharlaşmasına aracılık etti.

Ne var ki bir salgın, bir virüs bugün bu çarpık kavrayışın sütunlarını sarsıyor. Hem de ne sarsma!

İnsanlar özgürlükleriyle ne yapacaklarını bilmiyorlar. Sorumsuz özgürlüğün olamayacağını yeni yeni keşfediyorlar.

Bireysel hak ve özgürlüklerin, toplum düzeni olmadığında hiçbir işe yaramadığını, dahası âtıl kaldığını anlıyorlar. 

En önemlisi bir kalkan olarak devletin ve devlet otoritesinin ne kadar gerekli olduğu yeniden ortaya çıkıyor.

Hayatî krizlerde kapitalist teşekküllerin nasıl çil yavrusu gibi etrafa dağıldığı, bâki kalanın yine toplumsal sözleşmenin esas aktörü olduğu gerçeği tescil ediliyor.

Bakmayın yeniden tarih sahnesine çıkmaya gayret ettiklerine. Yukarıda da altını çizdiğim üzere, devletler de afallamış durumda.

Günümüzde devletin “devlet” olduğunu hatırlatmak için ya savaş (veya devrim vs.) ya ekonomik kriz ya da böylesi bir sıhhî kriz gereklidir.

Zira tecrübe, dirlik ve bilinç lazımdır. Oysa Batı ve Avrupa yaklaşık bir asırdır bunların hiçbirini yaşamadı.

Latin ve Batı Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) vb. devletlerin Kovid-19 karşısında âciz kalmalarının bir sebebi de işte budur.

Yine Avrupa’da “Vişegrad” olarak adlandırılan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin ve bilhassa Çin’in salgına nispeten daha “dayanıklı” çıkmasının bir motifi de budur. 

Sadece İran bu anlamda bir istisna oluşturmaktadır ki, onun da kaynağında maalesef örgütlü bir cehalet vardır.

Karantina” uygulamasının “çağdışı” bir yöntem olduğunu iddia eden bir devletten “devlet” olması beklenebilir mi?

“Demokratizm” kıskacındaki devletlerin donuk tavırlarının bir yansıması da bu ülkelerde saptanan “doğa durumuna dönüş” görüntüleriyle ilgilidir şüphesiz.

ABD’de, Almanya’da, İtalya’da insanlar süpermarketlerde birbirlerini ezdiler. Tartaklamalar, şiddetli kavgalar, yaralanmalar oldu.

Ülkemizde de görüldüğü üzere stokçuluk faaliyetleri arttı. Salgınla mücadelede önemli bir işlev gören ürünler fahiş fiyatlara satılır oldu.

Bazı çok-bilmişler bu durumun yalnızca ülkemize has olduğunu iddia etse de bunların hepsi dışarıda da – hem de çok daha yoğun bir biçimde yaşandı.

Bitmiyor. Enfekte olan insanlar bilerek ve isteyerek sokaklara çıktılar ve başkalarını enfekte etmek için çeşitli kirli eylemlere giriştiler.

Bu insanlar tükürüklerini metro direklerine ve marketlerdeki ürünlere sürdüler ve hastalığı bulaştırma teşebbüsünde bulundular. Maskelerini sıyırıp karşılarındakilere öksürdüler, üflediler. 

Bu doğrultuda “muasır” Batı medeniyetinde kaydedilen onlarca görüntü internet üzerinden yayınlandı ve yayıldı. Keza bu dönemde yasaklara uymayarak gönüllü olarak kalabalığa karışanların sayısı da hiç de az değildi.

Kimi ülkelerdeki türkülü-şarkılı dayanışma kırıntılarına aldanmayın; Hobbes’un 1651 yılında Leviathan adlı eserinde mühürlediği “homo homini lupus” yani “insan insanın kurdu” gerçeği hâlâ geçerli ve canlıdır.

Başka bir ifadeyle insanların “doğa durumuna dönüş” anlarında yapabileceklerinin, neye tevessül edebileceklerinin çok çarpıcı ve somut anlatımlarıyla yüzleşmek zorunda kaldık.


Charles Darwin, “doğal seleksiyon” ve Batı’da putların düşüşü

“Doğa durumu”, en güçlünün hayatta kaldığı orman kanunlarının hüküm sürmesidir. Kovid-19 bağlamında ise “en güçlüler” nüfusun görece genç olanlarıdır. 

İngiliz doğa-bilimci Charles Darwin 1859 yılında verdiği “Türlerin Kökeni” adlı eserinde değişen doğal şartlara en iyi ayak uyduran türlerin hayatta kaldığını, bu geçişin ise “doğal seleksiyon” şeklinde tanımlanabileceğini yazıyordu.

Bugün İngiltere’nin fiilen uyguladığı, İtalya ile İspanya gibi ülkelerin hastanelerdeki yığılmayı engellemek için uygulayacağını açıkladığı tam olarak “doğal seleksiyon” politikasıdır.

Meselenin Türkçe'si şudur: Yaşlılar, belli bir yaşın üzerindekiler kasten ölüme terk edilecekler.

Dolayısıyla günümüzde bazı devletler Hobbes’un doğal durumun kargaşasına bir set olarak çektiği siyasî “çözümü/tedaviyi” bugün tam zıddının vücuda gelmesi için yani doğal seleksiyonun işlevsellik kazanması için hizmete sokuyor.

Nitekim Batı’da filizlenen “yaşlıları eleyerek yeni bir nüfus planlaması icra ediliyor” içerikli dedikoduların gitgide zemin kazanması da bu yüzden.

Bu tablo ise bize tek bir şey anlatıyor. Batı’da büyük insanlar katanalara binip gideli çok oldu.

Kovid-19 aşısını da bulsa, salgından “az”(!) addedilebilecek bir zararla çıksa da mevcut değerleri, kurumları ve paradigmasıyla Batı’nın artık insanlığa vaat edebileceği hiçbir şey kalmamıştır.

Batı’nın bir asırdır ördüğü devlet, kültür, toplumsal doku ve ekonomik örgütlenme putları bir bir kırılıyor.

Kovid-19 salgınından sağ çıkanlar için daha adil ve daha insancıl bir “yeniyi” düşünmek artık bir zaruret olacak.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —